Bu yıl üniversitede ‘Türkiye’de Siyasal Düşünce’ başlıklı bir ders veriyorum. 1839’dan, hatta öncesinden başladık. Osmanlıların politika düşüncesinin evrimini gözden geçirdik. Tanzimat’ın döneminin paşalarıyla ikinci kuşağı olan Namık Kemallerini, Ziya Paşalarını, Mithat Paşalarını, Ali Suavilerini ele aldık. Genç Osmanlılardan sonra Jön Türkleri irdeledik. Özellikle Pozitivizmin, tıbbiye kökenli olmanın bu kuşak üstündeki etkisini sorguladık. Bunlar ikincil sorunlar. Asıl mesele temel siyasal görüşleridir. O meyanda Ziya Gökalp ciddi bir rol oynuyor. Gökalp, adı çok bilinen hatta düşünce kaynakları da Taha Parla gibi hocalar tarafından iyi irdelenmiş bir düşünür ve ideolog. Buna rağmen yeterince tanındığını söylemek zor. Onu az tanıyınca Genç Türkler ve erken dönem Kemalizm üstündeki etkisini de gerektiği biçimde algılayamıyoruz.
Böyle bir çerçeve çatınca Erik Jan Zürcher’in güzel kitabının adıyla söylersem ‘Genç Türklerin Mirası’nın ne kadar etkili olduğu bir daha anlaşılıyor. Daha sonraki dönemi kuran bu olgunun birkaç odak noktası var. İttihatçılık’ diye de adlandırılabilecek bu düşünce sistematiğini o birkaç öz etrafında ele almak mümkün.
Pozitivist bir gelenekten gelen Jön Türkler yani İttihatçılar Osmanlı Birliğini (İttihad-i Osmanî) kuramadıklarını ve Balkanların yitimini görünce yöneldikleri Türkçülük her şeyin kökeninde yer alacak kadar güçlü bir dürtü. İkinci belirleyici unsur son derecede radikal ve biraz da çarpık biçimde anladıkları, Engels’in tabiriyle Alman vülgermaterialismus yani sıradan bilimselcilik ve biyolojicilik düşüncesi. O kadar ki, Abdullah Cevdet bu görüşe dayanarak dejenere olmuş millet ırkını tazelemek için Avrupa’dan nesil ithal etmeyi dahi önerebiliyordu. Bu yaklaşım sonraları ‘eugenics’ yani ırk/soybilim olarak tezahür edecek, ırk kavramı, ırs kavramıyla birlikte kurucu bir unsur olarak düşünülecekti. Söz konusu görüşler Jönlerin (Kemal Tahir’in romanlarında zikredilişiyle ‘Cön’lerin) din olarak benimsediği Pozitivizmden türüyordu ki, bu ideolojinin kurucusu Auguste Comte da zaten Pozitivizmi bir yeni/bilimsel din olarak sunuyordu.
Bu yola girilince Türkçülük ve Pozitivizm Jön Türkleri benim ‘demografi mühendisliği’ dediğim kavramla buluşturdu. Şimdi başımızda ciddi bir sorun olarak duran Ermeni meselesi ve neredeyse hiç zikredilmeyen o zamanki tabiriyle Rum meselesi (1914’te Ege kıyılarından 400 bin Rum Yunanistan’a gönderilmişti ve harekât büyük ölçüde Celal Bayar tarafından kontrol edilmişti) bu mühendislik anlayışının bir uzantısıydı. Bu saptamalardan sonra Jön Türkler seküler insanlardı demekle ‘güneş doğudan doğar’ demek arasında bir fark yok ama Jönlerin içinde önemli bir grup, özellikle yöneticiler, örneğin Enver Paşa son derecede muhafazakâr insanlardı. Gene de Enver Paşa ‘Enverî’ denen bir yazı reformunu yapmaktan geri kalmamıştı. (Türkiye’de muhafazakâr kesim Enver Paşa’yı benimser. Nedeni Pan-Türkist görüşleridir. İmparatorluğu kaybettikten sonra Orta Asya’ya gitmiş, Anadolu’ya dönme hayalleri içinde kendisini orada ‘kurduğu’ İslam orduları başkomutanlığına tayin etmişti.)
Bu nüfus mühendisliğinin son bir unsuru yerli/milli sermaye geliştirmekti. Parvus Efendinin notlarından iktisat öğrenen ve Cavit Bey’in liberal görüşlerini hükümette uygulayan İttihatçılar, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanında hayli düşsel bir şekilde anlattığı Kara Kemal aracılığıyla iktisadın yani sermayenin ‘millileşmesi’ için çalışmışlardı. (Zafer Toprak Hocamız bu konuyu Türkiye’de Milli İktisat kitabında enine boyuna ele alır.) Sermayenin millileşmesini bütün o belalı ‘mühendislikler’ bağlamında veya onların ‘araçlaştırılmasında’ düşünmek gerekir.
Macera devam ediyor: 1907’de İttihatçılar kongre topladı ve ordu desteği olmaksızın devrim yapılamayacağını karara bağladılar. O tarihten başlayarak ordu-aydınlar-bürokrasi (ki ben bunlara ‘Tarihsel Blok’ diyorum) ittifakı kuruldu, Türkiye’de demokratik siyasetin darbeyle değiştirilmesinin yolu açıldı. Çıkarılan yasalarla gazeteler kapatıldı, gazeteciler yolda vurularak öldürüldü. Teşkilat-ı Mahsusa bir yeraltı örgütüydü ve şimdi ‘derin devlet’ dediğimiz yapının kökünü oluşturuyordu. Bin türlü karanlık işe bulaştı, onları icra etti, ifa etti. Sonunda açılan gedik işledi bu defa ordu içinde Halaskâr Zabitan adını alan bir hizip iktidara kafa tuttu. Yetmedi, siyasal kutuplaşma bir sistem haline getirildi. Siyasal sürgün bir silah olarak kullanıldı.
Toplumlar büyük etki kazanmış, kitlelere mal olmuş, güçlü uygulamalardan geçmiş ideolojilerden hızlı kurtulamaz. İttihatçılığın Türkiye’ye ne getirip Türkiye’de neye mal olduğu bir yazının sınırları içinde cevaplanamaz. Fakat bugünkü siyasal hatta toplumsal düzenimizin kurgusunda çok etkili bir rol oynadığı da su götürmez. Başka türlü nasıl düşünülür? Bu tarih daha dünün tarihi. Kendi hayatımda o insanları gördüm, onlarla konuştum. Babıali (yani Başbakanlık) Baskını denen ve İttihatçıları iktidara taşıyan, Yakup Cemil’in harbiye nazırını vurup öldürdüğü ‘eylem’e katılan kişinin kızı halen hayatta. Demin adını andığım Celal Bayar 1986’da vefat etti.
Bu tür kitle ideolojileri sadece o soydan gelen siyasetleri etkilemekle de kalmaz. Çeşitli yollarla akışkanlık kazanır ve her türden düşünce sisteminde bir şekilde işlemeye başlar. Türkiye’de de bu gerçek yerli yerinde duruyor. İttihatçılık, Jön Türklerden aldığı elle ona en çok karşı çıkanların günlük uygulamalarında kendisini gösteriyor.
Bütün bu unsurların bir ağırlık noktası var; devlet. İttihatçılık ve onlarla aynı kişiler olan Jön Türkler ‘devlet nasıl kurtulur’ sorusuyla işe başladı. Genç Osmanlılar da aynı soruya cevap arıyordu. Kurtarılacak unsur devletti. Toplum ‘organik’ bir unsur kabul ediliyor ve biçimlendiriliyordu. Ayrıca topluma yönelik reformlar da devleti güçlendirmek (Batılılaştırmak, modernleştirmek) için yapılıyordu.
Osmanlılar (ve belli bir dönemde Batı toplumları) şimdi çok yanlış bir anlam yüklenerek ve olumlu bir içerik kazandırarak kullanılan ‘devlet aklı’, doğru ifadesiyle hikmet-i hükumet kavramını biliyordu. Bu, devlet ne yaparsa yapsın doğrudur, devletin her yaptığı meşrudur anlamına gelir. Devletin ‘hikmetinden’ sual edilmez. Devlet kutsal ve Tanrısaldır.
İttihatçılar tamı tamına bu görüşü benimsemişlerdi. Modern devletimiz de ‘devlet ebed müebbed’ diyerek aynı düşünceyi kabul etti. Oysa bu bir Orta Çağ görüşüydü. Şaşırtıcı değil mi, modernleştik diyoruz ama durduğumuz yerde duruyoruz. Apollinaire’in ‘Toujours’ şiirinin girişindeki muhteşem mısralarını anımsıyor insan: “Sürekli ileri gidiyoruz/ ama hiç yol almıyoruz.’” Şaşacak bir şey yok; kendi içimizde tutarlıyız. Devletle ilgileniyoruz, insanla ya da toplumla değil.
Modern siyaset tam da bu noktada başlar: Devletten topluma geçişte. Siyaset toplumun örgütlenmesidir. Türkiye bu ağır devlet yükünün altında o kadar uzun süre kaldı ki, bugün de bu gerçeği yeterince algılayamıyor ve siyasallaşamıyor. Şu bir zamanlar kendisiyle yatıp kalktığımız ‘sivil toplum’ kavramı bile artık anımsanmıyor. Oysa Hegel’den bu yana son derecede önemli, önemli ne demek, hayati bir kavramdır. Hele Türkiye gibi burjuvazinin ancak devlet eliyle kurulduğu ve haliyle devlete bağlı olduğu toplumlarda sivil toplumun mevcudiyeti, toplumun kendi dinamiklerini işletebilmesi daha da önemlidir. Gerçek anlamda sosyo-politik modernleşme toplumun kendi kendisine yetmesi, devletin bir iktidar odağı olarak gerilemesidir. Belki bir gün geliriz o noktaya.
Şimdi söyleyin bakalım devletin en gizli, derin noktalarında bulunmuş, ‘görev almış’ birileri ‘devletin yaptığı her şey meşrudur’ derken İttihatçı mıdır değil midir, İttihatçılık, evet, söyleyin, devam ediyor mu etmiyor mu?