Ülkemizde nefret söylemi ve nefret suçu konusunda uzman isimlerin başında gelen, UCL Birkbeck Institute konuk öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu ile toplumumuzun önyargılarını, yaygın nefret söylemine neden olan özelliklerini ve bununla mücadele için yapılması gerekenleri konuştuk.
Son derece sıkıntılı bir süreç yaşıyoruz Türkiye’de. Kadınla ilgili meselelerde, belli ırklara karşı takınılmış tutumlarda... Siz her zaman nefret suçu ve nefret söylemi kavramının çok ince bir çizgide birbirinden ayrıldığını söylüyorsunuz. Ülkemizde hukuk bu konuda çok duyarsız diye düşünüyorum, ne dersiniz?
Bildiğiniz üzere AGİT katılımcı ülkeyiz; buradaki ülkelerin dörtte üçünden fazlasının nefret suçları yasası var. Bizim nefret suçları yasamız yok ama olmalı. Hatta nefret suçlarıyla ilgili olarak, gerek Avrupa ülkelerinde gerek ABD’de yapıldığı gibi, ülkemizde de verilerin toplanmasına ve en önemlisi bu verilerin kamuoyuyla paylaşılmasına, yargı ve medya çalışanlarının eğitimine, nefret mağdurlarına rehabilitasyon desteği sağlayacak düzenlemelere de ihtiyaç var. Nefret söylemini düzenleyen bir yasanın gereksinimi konusunda aynı şeyi söyleyemem. Zira katıldığım uluslararası sempozyumlarda, ülkelerinde nefret söylemi yasaları olan temsilciler, eksperler, akademisyenlerden gelen geri bildirimlere baktığımda bunun zaman zaman sıkıntılı bir süreç yarattığını görebiliyorum. İfade özgürlüğü ve nefret söylemi arasındaki o ince çizginin muktedir kesim tarafından kötüye kullanıldığını, örneğin muhaliflerin ifade özgürlüklerini kullanmalarına bir tehdit oluşturabileceğini ifade ediyorlar. ‘Nefret söylemi üretiyorsun’ bahanesiyle susturulduklarını, ifade özgürlüklerinin kısıtlandıklarını söylüyorlar. Yani eğer bir ülkede nefret söylemi yasası kabul edilirse, iktidar durumu kendi lehine kullanabiliyor. Böylelikle yine dezavantajlı, kırılgan, savunmasız gruplar bundan nasibini alıyor.
Burada söylem dediğiniz şey diskur, dil içinde kurgulanan toplumsal kökenli bir ideoloji, söylem ile bağlam ikiz kardeş. Bağlam derken yani benim size neyi, ne amaçla, nasıl bir etki yaratarak, hangi koşullar içerisinde söylediğimi kast ediyorum. Dolayısıyla nefret söylemi esasında bazen masum, maskeli, sinsi bir biçimde de karşımıza çıkabiliyor. Artık o kadar alışmış, kanıksamış ve içselleştirmişiz ki duyduğumuz zaman bazen farkında bile olmuyoruz, zaten tehlikeli olan bu. Farkındalık yaratmak çok anlamlı ve önemli.
Nefret söylemini de çoğu kez bol keseden kullanıyoruz; tartışmalı bir kavram. Eleştiri hakkını kullanmak nefret söylemi değil. Eleştiri hakkı ifade özgürlüğünün koruması altında. Avrupa İnsan Hakları Sözleşme’nin 10. maddesi iki paragraftan oluşur: İlk paragraf korunan özgürlükleri tanımlar; ikinci paragraf bir devletin ifade özgürlüğünün kullanılmasına meşru şekilde müdahale edebileceği koşulları öngörür.
Nefret söylemi ifade özgürlüğünün koruması altında değildir. Bunun altını da bütün uluslararası hukuk yasaları çizer. Tabii farklı perspektifler var. ABD'nin buna bakış açısıyla Kıta Avrupasında bakışın çok farklı olduğunu biliyoruz. ABD basın ve ifade özgürlüğünü garanti altına alan ilk ülkedir. Dolayısıyla orada ifade özgürlüğü çok önemli ama ABD'de nefret suçları yasası var öteden beri ama nefret söylemini düzenleyen bir yasa yok. Eğer siz nefret suçu mağduru olduğunuzu veya size karşı bir nefret söylemi yöneltildiğini düşünüyorsanız, ABD diyor ki “Git mahkemeye kişisel başvurunu yap, orada çöz. Aksi takdirde bunu düzenleyen bir yasa çıkarıp insanların ifade özgürlüğünü kısıtlamayız.” Ancak Avrupa'daki yaklaşım farklı; daha katılar. Türkiye'de Hrant Dink katliamından sonra nefret söylemi ve nefret suçunu çok tartışmaya başladık. Hrant Dink Vakfı nefret söylemi labaratuvarını (Asulis) kurdu. Türkiye'de birçok STK bir şemsiye altında: Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformunun içerisinde Aleviler, Ateistler, Romanlar, bütün ötekileştirilmiş ve nefret söyleminden bolca payını alan Yahudi, Ermeni, bütün etnik azınlık, LGBTİ+ bireyler vardı.
Nefret suçları mağdurları ve insan hakları derneklerinden oluşan 47 sivil toplum örgütü olarak bir araya geldik ve tüm toplum kesimlerini ilgilendiren nefret suçlarına ilişkin yasal bir düzenleme gereksinimini Meclis ve kamuoyu gündemine taşımak üzere “Sen de Başkasın, Nefretme” sloganıyla Nefret Suçları Yasa Kampanyası başlattık. Kampanya nefret suçlarının hem toplumda konuşulur hale gelmesini hem de konuyla ilgili bir yasa çıkarılmasını amaçlıyordu. Platform kapsamında oluşturulan Hukuk Çalışma Grubu, Meclis'in ve kamuoyunun görüşüne sunmak üzere bir yasa taslağı hazırladı. Taslak sunuldu ama ne yazık ki bir sonuç çıkmadı. Ayrıca 2014’te yapılan düzenleme ayrımcılık suçunu nefret suçu haline getirdi. 122. maddeye nefret tanımı ilave edildiğinde nefret suçu olmaktan nefretle işlenen bir suça dönüşmüş oldu. 122. madde ile ilgili iki sıkıntı mevcut: Birincisi, ayrımcılık suçunun oluşması için ayrımcılığın sayılan sınırlı sayıda farklılıklara duyulan nefret nedeniyle gerçekleştirildiğinin kanıtlanması gerekmesi. Diğeri de cinsel yönelim, etnik köken, sendika gibi farklı nedenlerle ayrımcılığa maruz kalan bireylerin maddenin korunması altında olmaması…
“Nefret bir duygu değil, bir tutum”
O zaman bu taslak için kendi kültürümüzden kaynaklanan bir nefret söylemi tanımı yapılması mı gerekiyor? Biz Türk toplumunun ‘ötekisi’ kimdir?
Esasında her toplumun bir ötekisi var zaten. Benim de ötekim var. Ben özneyim, benim varoluş nedenim bir öteki yaratmam. Sistem böyle işliyor. Benim ötekim siz olabilirsiniz, olmayabilirsiniz ama sizin de muhakkak başka ötekileriniz var. Dolayısıyla bana benzemeyen, benim gibi olmayan, benim değerlerimle, değer yargılarımla, eğitim, yaşam felsefemle uyuşmayan herkesi toplum içerisinde ötekileştiriyoruz maalesef. Her ulus-devlet kurulduğunda bir ‘biz’lik kavramı vardır. Bu bizlik bir çerçeveleme içinde veriliyor: “Türküz, Müslümanız ama (tercihan Sünni Müslümanız), heteroseksüel bir toplumuz, gelenekseliz, muhafazakarız.” Bir de Türk aile yapısı diye bir şey var, ne demekse? O kadar farklı aile yapıları var ki, nasıl bunu tektipleştirirsiniz? Zaten sorun bu! Önyargılar, kalıp yargılar üzerinden böyle bir çerçeve sunuyorsunuz ve o çerçevenin dışına çıkan herkes marjinal. Aslında bir kısmı marjinal değil, siz marjinalize ediyorsunuz; örneğin TC yurttaşı gayrimüslim, ateist veya agnostik olabilir.
Burada nefret söyleminden bahsetmemiz lazım çünkü nefret bir duygu deniyor. Ta Platon’dan beri ama modernist görüşler bunun bir tutum olduğundan bahsediyor. Nefret küreselleştirilmiş, genelleştirilmiş bir tutum, davranış; bir duygu değil, aşk ve nefret gibi değil.
Sen benim gibi değilsin diye sanki herkes aynı tip olmak zorunda; düşünsenize ne sıkıcı! Bir toplum düşünün herkes birbirinin aynısı, ne kadar renksiz... Ve bunu devletin ideolojik ve baskı aygıtları -buradan Althuser’e gönderme yapmak lazım - çok daha etkili ve sinsi bir mekanizmayla çalışıyor. Baskı aygıtı ordu, polis, mahkemeler; ideolojik aygıt okul, aile, din ve medya. Burada devletin ideolojik aygıtı olarak medya hegemonik yani egemen ideolojinin saydığımız ‘bizlik’ kavramı içerisinde başat; yeniden üretilmesinde ve kendini meşrulaştırmasında son derece etkili bir silah. Chomsky ve Herman’ın ifadesiyle rızanın üretimini sağlıyor.
Asla affetmiyoruz, affedemiyoruz! Geçmişte savaşlar yaşadığımız toplumlar var, tarihçi olarak üzerinde düşündüğüm şeyler. Atatürk döneminde aflarımız var: Yunanlılarla savaştık ama Atatürk Yunan Kralı Venizelos’u davet etti. Belki bunu kurgulamış gibiyiz ama kafamızın arkasında dünyadaki bütün toplumlara karşı, özellikle çevremizdeki komşulara karşı müthiş bir nefret ve antipati besliyoruz. Birbirimizi zaten hiç sevmiyoruz; sokaklar suratsız, mutsuz insanlarla dolu. Herkes yankı odalarının içinde, sevdiği insanlar ve sevdiği haberlerle meşgul; onun dışına çıkmak istemiyoruz. Sizce bunların nedeni ne olabilir?
Geçenlerde haberi gördünüz herhalde, Avrupa'da en ağır depresyon yaşayan ülkesiyiz… İnsanlar niye depresyona girer? İllaki felaketlerle karşılaşmak gerekmiyor. Her şeyi yerli yerinde ama adam mutsuz, kendine bile tahammülü yok. Şunu görüyorum öncelikle Türkiye toplumunun genel özelliği olarak, açık bir toplum değiliz; söylemeyi bilmiyoruz, söyleniyoruz. Kapalı kapılar ardında konuşuyoruz hep, dolaysız iletişimi bilemiyoruz ama hep bir şikayet var. Anne kocasından şikayet ediyor çocuğuna kapalı kapılar ardında; çocuk ebeveynlerinden şikayet ediyor ama birbirlerine “Yahu beni sıkıyorsun, özgürlük alanımı daraltıyorsun, bana nefes aldırmıyorsun, beni geriyorsun, huzursuz ediyorsun” diyemiyoruz. İkincisi, ortak yaşama kültürü denilen şey gelişmemiş; kimsenin kimseye hoşgörüsü kalmamış. Aslında hoşgörü kelimesini çok sevmiyorum, kibirli bir söz. Şöyle söyleyeyim, sana benzemeyen, senin gibi davranmayan, yaptıklarından hoşlanmayan insanları istemiyorsun hayatında. Böyle bir lüksün var mı? Bu bence patolojik bir ruh hali. İletişim açısından baktığımızda birbirimizi dinlemiyoruz; herkes konuşuyor, bağırıyor, kim daha çok bağırırsa karşı tarafı bastıracağını ve kendinin haklı çıkacağını düşünüyor. Dinlemeyi bilmeyen bir toplumuz. Özeleştiri sıfır, birisi eleştirdiği zaman sanki kendine küfredilmiş gibi algılıyor insanlar. Bu bir kompleks, bir tür aşağılık kompleksi, açıkçası ben bu tür insanlardan kaçıyorum ve hayatıma sokmuyorum.
“Biz şuyuz, buyuz demeyi bir tarafa bırakıp toplum olarak hastalıklı yönlerimizi görmemiz lazım”
Bir sorununuzdan bahsediyorsunuz karşınızdakine, o size, “Aman canım o hiç önemli değil” deyip kendi sorununu anlatıp sizi bastırmaya çalışıyor.
Var öyle insanlar… Rahmetli babam vefat ettiğinde taziyeye gelen bazı yakınlar, anneme kendi hastalıklarını, çocuklarıyla kavgalarını anlatıyordu, daha büyük sorunları olduklarını düşünürek. Çok benciliz! Batı’yı, ABD’yi çok bireysel ve bencil oldukları için eleştirdik yıllarca; biz bencil değil miyiz? Bence bunları dile getirmemiz lazım. Biz Türküz, biz şuyuz, buyuz demeyi bir tarafa bırakarak toplum olarak hastalıklı yönlerimizi görmemiz lazım.
Her şeyi nefret söylemi olarak görmek gibi bir tuzağa da düşmemek lazım. Bunun bir takım kriterleri de var. Ethical Journalism Network, Article 19 gibi ifade özgürlüğü konusunda çalışan örgütlerin çalışmalarına bakmak lazım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önüne bir nefret söylemi nitelemesi geldiği zaman konuşmanın içeriğine, vurgulamalara bakılır. Burada eleştirel söylem analizleri, içerik analizleri çok önemli yer tutuyor. Bir konuşmanın içeriği nasıl? Örneğin tekrarlar var mı? Tekrarlar, propagandada, ikna edici iletişimde çok önemli stratejilerdir. Konuşmayı yapan kim? Sokaktaki biri mi, bir köşe yazarı mı? Bir milletvekili mi, bir lider mi, bir başkan mı, bir cumhurbaşkanı mı? Bir mitingde mi konuşuyor yoksa küçük bir salonda mı? Çünkü arkanızdan kitleler geliyor ve etkileme alanınız oldukça geniş. Kim yapıyor, kim üretiyor? Ayrıca konuştuğunuz konunun tarihsel, sosyal, ekonomik hangi bağlamlar içerisinde üretildiği ve hangi zaman diliminde olduğu çok önemli. Mesela 24 Nisan’da Ermenilerle ilgili ürettiğiniz bir söylem, tansiyonu artırıcı olabiliyor. Marie Le Pen’in Fransa’da bir açıklaması vardı: “Fransa’da şu anda sayıları 5 milyon olan Müslümanlar 25 milyona çıktığı zaman biz ne yapacağız?” AİHM’ye gitti, 10 bin Euro para cezasına çarptırıldı. Bu söylem, çoğunluğu Müslüman olmayan bir ülke olan Fransa’da, çoğunluğun Müslüman azınlığa karşı bir şiddet eylemine özendirici bir ortam sağlamasına katkı sunuyor. Burada AİHM’in kararından çıkan çok önemli bir şey var: Siyasetçilerin özellikle bu tarz ötekileştirici, ayrıştırıcı, azınlıklara karşı şiddete yol açıcı, yaygınlaştırıcı söylemleri çok büyük tehlike arz ediyor. Ayrıca medyaya da bu konuda büyük sorumluluk düşüyor. Örneğin bir siyasinin ürettiği nefret söylemini o sözü tırnak içine almadan manşete taşıması, sanki gazetenin genel yayın politikasının da bu söylemi onaylıyor gibi bir algı yaratıyor. Gazetecilik kuruluşlarında bunun altı çok çiziliyor. Hatta tırnak içerisinde verilse bile manşete koyduğun zaman tercih edilen bir şey değil. Hatta Article 19, Ethical Journalism Network gibi kuruluşlar bir adım daha ileri gidip, haberi yapan haberinde bunun bir nefret söylemi olduğunu ve onaylamadığını da not düşsün diye öneri getiriyor.
Halkı -özellikle Türkiye gibi okumayan, sorgulamayan- haberleri tamamen verildiği gibi alan ülkelerin medyalarının çok dikkatli olması şarttır.
Türkiye’deki azınlık toplumlarında -Yahudi ya da Ermeni toplumlarında- öğrenilmiş çaresizlik var. Yahudiler hakkında genel toplumda değişmez bir algı var. Oysa Türk Yahudileri bu topraklarda asırlardır var ve bu ülkenin benim kadar öz vatandaşları. Bu düşünce kalıpları değişebilir mi?
Allport’un meşhur önyargı piramidi var. 1913’te B’nai B’rith örgütü tarafından ABD’de Anti-Defemation League adlı bir yapı oluştu; İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği anlamına geliyor. Bu kurum Allport’un önyargı piramidini esas alır. Örneğin, piramidin en altında patetik bir söylem olarak kabul edeceğiniz bir söylem var, ‘Yahudileri sevmem’ diyor. Bir yukarı çıkıyor; “Bir STK toplantısı var bu akşam. Gitmeyeceğim çünkü orada Yahudiler var.” Dozaj arttı. Üç, “Fabrikam var, eleman alacağım, iki aday var. Biri Yahudi ama ben Müslümanım ve Yahudi adayın nitelikleri Müslüman olandan çok daha üstün olmasına rağmen Müslümanı işe alıyorum.” Dozaj gitgide artıyor. Ardından aftalama, etiketleme, hakaret, aşağılama… Bu maalesef nefret suçuna, en sonunda da imhaya, soykırıma kadar varıyor. Toplumda önyargılardan arınmadığımız sürece… Önyargılar anne karnından çıktığımız andan itibaren ailede başlıyor. Okullar, Milli Eğitim kitaplarına göre herkes kötü, kahpe, biz herkesi yendik. Bize hep bu şekilde aşılandı maalesef.
Neden özür dileyemeyen bir toplumuz?
Özür dilemeyi bile bilmeyen bir toplumdan bahsediyoruz. Ruhu, egosu yaralanacak. Bunlar zayıf, patolojik, komplekli karakterler. Superiorite, inferioriteden geliyor. Hep “ben ben” diye konuşup kendini anlatmak hastalıktır. 57 başörtüsüz kadın “Başörtülülere özgürlük” kampanyası yaptık; çevremden bazıları çok ilkel tepkiler verdi. Ancak bu çalışmaları 2009’dan beri yapıyorum ve bir sürü şeyin değiştiğini görüyorum. Farkındalık ciddi anlamda arttı, hayatına dokunduğum öğrenciler, insanlar oldu, bunlar büyük motivasyon kaynağı. Bu çalışmalar yıllar alır, uzun soluklu çalışmalardır. Şuna inanıyorum; herşey ortak, kolektif olarak yapılamayabilir ama bireysel olarak bu konuda kafa yoran herkesin bir katkı payı vardır; sizin ve benim burada buluşup, konuşmalarımızı gazetenize taşımak istemeniz bile küçük bir kıvılcımdır.
Bunlar çok değerli işler ama tabii ki yeterli değil. Burada bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç var. Bu zihniyet dönüşümü de tabandan tavana olur. Piramidin tepesindekiler nefret söylemi üretmeye, ötekileştirici, ayrıştırıcı ton kullanmaya; ortak yaşama kültürünü özendirici şekilde konuşmamaya başladığı zaman bir umut ışığı doğar. Ama bu bir anda olacak bir şey değil, zaman gerekir. STK’lar bir arada hareket etmelidir. En azından bizim gibi olmayan insanları bir dinleyelim, mutabakat şart değil ama bir diyalog, tartışma ortamı yaratılacak bir platform gerekli. Tüm medya, eğitim elbirliğiyle yapması lazım. Nefret söylemi konusunda onlarca çalıştay yaptık, medya çalışanlarını davet ettiğimizde çoğu gelmiyordu. Hrant Dink Vakfı halen nefret söylemlerini izleyerek düzenli raporluyor ama ne yazık ki çoğu gazete ilgilenmiyor bile. Özeleştiri sistemi gelişmediği sürece değişmiyor. Her zaman “ben haklıyım” diyen -ki bu toplumda çok var- yanlışını göremiyor, hep başkasını eleştiriyor. Ama kendisi eleştirildiği zaman tahammül edemiyor. Bu hastalıklı bir durum.
Ben topluluklar arasında hep kendimi anlatırım ve eleştiririm. Benimle başlar ve diğerlerine de ışık olurum diye düşünürüm. Başkalarını eleştirmem veya yargılamam. Ama bu dikkat çekiyor; neden kendini bu kadar eleştiriyorsun deniliyor.
Çünkü bunu hiçkimse yapmıyor. Aslında insanın önce kendinden başlaması lazım. Batılı demokrasilerde deşifre etmek önemli bir mekanizma, nefret söylemini görünür kılmak lazım. Medya çalıştığım için içerik ve söylem analizleri yapıyorum. Bu çalışmaların kamuoyundaki farkındalığı ve bilinçlenmeyi arttırmak için raporlanmasının, mümkün mertebe yayılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Anketler de genel tablo hakkında birşeyler söylüyor muhakkak. Geçtiğimiz dönemde Hahambaşılık hamlesiyle bir araştırma yapılmıştı. Ne yazık ki Türkiyeli Müslümanların yüzde 72’si Yahudi komşu istemiyor. Yüzde 82’si de LGBTİ bireylerle komşu olmak istemiyor. “Neden? Bir hakarete ya da tacize mi uğradınız bu gruplar tarafından?” diye sorulduğunda verilen yanıt şu; “Ben Yahudi tanımıyorum ki!” Bilmediğinden korkmak, bilmediğine tepki göstermek, tanımadan istememek ve sevmemek… Hep bildiğimiz gazeteleri okuyoruz, çapraz okuma yapmıyoruz. Müzakereli okumalar yapmalıyız; yankı odalarının içine sıkışmamalıyız, dijital medya okur yazarlığımızı arttırmalıyız. Sosyal medyada varolan o çok hızlı kartopu etkisiyle ilerleyen bir nefret söylemi dalgası var. Yeni medya teknoljisinin özellikleri var; anonimlik, dijitallik, etkileşimsellik, hiper metinsellik gibi. İnsanın klavyenin başında her zamankinden fazla olarak adeta ‘cesur yürek’ olma potansiyeli artıyor, bir hayali cemaat oluşuyor orada. Dezenformasyon, manipülasyon çok fazla ve o tehlikeli tuzağa düşüyorsunuz; işler linç kampanyalarına kadar varıyor. Toplumda hadsizlik çok var. İnsanları görünüşleriyle, diliyle, diniyle, etnik grubuyla, dini inançsızlığıyla, cinsel yönelimiyle, cinsiyet kimliğiyle yargılama hakkını kendisinde gören insanlar topluluğundan bahsediyoruz. Bu bir hadsizlik! Öncelikle kimse sana fikrini sormazken başkalarını yargılama neyin özgürlüğü? Birçok konuda ifade özgürlüğünü kullanmakta korkak veya çekimser davranmayı tercih ederken, insanları karalama konusunda maşallah bol keseden atıyoruz. Haklarımız yendiği zaman sus pusuz, karşımızdaki insanların anayasal hakları yendiği, çiğnendiği zaman ki bunların içinde profesörler, eksperler, insan hakları uzmanları var, üç maymunu oynamakta çok ustayız. Çünkü konfor alanlarımızı bozmak istemiyoruz. Ama bir insanın tipiyle, zihinsel engellilik durumuyla, yaşama biçimi tercihleriyle, yaş durumuyla ki yaşa bağlı ayrımcılık, insan hakları ihlallerinde korkunç herkes çok özgür mesela. Ama diğer herkes ölü taklidi yapıyor. Hangi gruba karşı bir haksızlık yapılırsa buna karşı durmak ilkeli duruş sergilemenin olmazsa olmazıdır. Eşit uzaklıkta durabiliyorsanız o zaman doğru yerdesiniz. Ama yok benim grubum önde olsun, diğerine ne olursa olsun düşüncesi bir hipokrasidir. Her Türk toplumu bireyi, işe kendinden başlamalı. Özeleştirisini yapabilmeli, kendine benzemeyen, kendi grubuna ait olmayan diğer bireylerin de kendisi kadar yaşama hakkı, saygı hak ettiğini bilmeli, farklılıklara saygı duymayı öğrenmeli. Renkler çok değerlidir, o renklerden uzaklaştıkça ki maalesef Türkiye’nin azınlık gruplarının sayılarına baktığımızda bu renklerden maalesef uzaklaştığımızı, sayıca azaldıklarını görüp şahsen çok üzüntü duyuyorum.