´Bir Sabah Galata´da Uyandım´ ve ´Çek Kayıkçı Balat´a!´ adlı kitaplarının ardından, Şalom Dergi Genel Yayın Yönetmeni Suzan Nana Tarablus, ´İstanbul Üçlemesi´nin bu son kitabında, Kuzguncuk ve Yeldeğirmeni´ni mercek altına alıyor. ´Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum´, bizleri artık var olmayan bir dünyanın tanıkları sayesinde, Yirmi Kur´a Nafıa Askerliği, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları´nın gölgesinde olsa da, sıcacık anekdotlarla dolu bir zaman yolculuğuna çıkarıyor.
LOLİTA NAHMİAS HALEVA
‘Kafiko de Viernes’ yani ‘Cuma Kahvesi’ nedir, bilir miydiniz? Meğer 40’lı 50’li yılların ‘Yahudi Köyü’ Kuzguncuk’ta, hanımların Şabat hazırlıklarını tamamlamalarının akabinde bir araya gelmeleri, olmazsa olmaz bir uygulamaymış! Fani Alyon Ender’in babacığından dinleyip aktardığı bu keyifli anekdotun başrolünde, günümüz cep telefonlarının işlevini gören ‘Moşoniko’ var. Küçük bir bahşiş karşılığında hanımlar arası haberleşmeyi sağlayan Moşoniko, perşembe günleri göreve çağrılırmış: “Ayde Moshoniko, korre ande Madam Zimbul i Madam Viktorya, i dizeles ke Madam Fani lesesta esperando amanyana para deskansar kon un kafiko!” (Haydi, Moşoniko, Madam Zimbul ve Madam Viktorya’ya git ve Madam Fani’nin onları Cuma kahvesi’ne, dinlenmeye beklediğini söyle!)
Dönemin tanıklarından bir diğeri, Markırit Oruncacıel Atmaca… Kız kardeşi Knar ile birlikte, Haham Pepo Karkaşon ve karısı Sol için ‘Şabat Goy’ işlevi görürler, bir diğer deyişle kutsal günlerde ocağı, elektriği yakmak gibi işleri üstlenirlermiş. Kapının önünde onları bekleyen Madam Sol, “Ayde ijikas (kızlar), işbaşına!” dediğinde, iki kız kardeş birbiriyle yarışırmış!
Görüşmecilerin Kuzguncuk anılarında sık sık gündeme gelen bir isim varsa, o da çalışkanlığı ve yardımseverliği ile olduğu kadar, güler yüzü ve uzlaşmacı kişiliği ile de gönüllerde taht kurmuş, ismi Kuzguncuk Bet Nissim Sinagoguyla yaşayacak Nesim Albala…
60’lı yılların sonlarına doğru ayrılık rüzgârları esmeye başlamış Kuzguncuk’ta… Geriye kalan, büyük emekler sarf edilerek bugünlere kalmış sinagoglarımız ve birbirinden değerli tanıklıklar… Geride bıraktığımız yaz kaybettiğimiz Tuna Karmona Sidi’nin aktardığı Kuzguncuk anılarına sıra geldiğinde, kendisini şahsen tanımamış olsam da, boğazıma bir yumru düğümleniyor. Suzan Nana Tarablus’un dediği gibi, “Vapur kalkmak üzere! Kuzguncuk bizden bir veda bekler…”
Sevgili Nana, Kuzguncuk ve Yeldeğirmeni söyleşilerine ne zaman başladın?
İlk kitabım Bir Sabah Galata’da Uyandım’ı takiben yayınlanan Çek Kayıkçı Balat’a! bitmeden, bir ‘İstanbul Üçlemesi’ yapmaya karar vermiştim. Seçeceğim semt de, şüphesiz tarihsel dokusunun önemiyle Yahudilerin Asya kıtasındaki ilk yerleşim yerleri, Kuzguncuk-Yeldeğirmeni olacaktı. İki Rum, bir Ermeni kilisesiyle birlikte iki sinagog ve bir camiye ev sahipliği yapan, ‘Balkanların Kudüs’ü olarak anılan Kuzguncuk, Yahudi inancı çerçevesinde, ‘Kutsal Topraklar’a varmadan önceki son durak’ olarak kabul edilir. Özellikle ulaşımın kısıtlı olduğu zamanlarda, ‘Vaat Edilmiş Topraklar’a gidemeyenlerin, en azından Kuzguncuk’a yerleşip orada ölmeyi ve gömülmeyi arzuladıkları, günümüze ulaşan bilgiler arasında. İşte bu nedenlerle, 650 yıllık mezar taşlarına rastlanan Nakkaştepe’deki Kuzguncuk Yahudi Mezarlığı, bazı kaynaklar tarafından, Kudüs’ten sonra en büyük Yahudi mezarlığı olarak anılır. İlhamı pandemi dönemine rastlayan İstanbul semtleri çalışmam, bir buçuk iki yıla yayıldı.
Kitapta oldukça zengin bir görüşmeci örneklemi dikkat çekiyor. Bu kişileri seçerken, hangi kıstasları esas aldın? Geniş toplumdan görüşmecilerine nasıl ulaştın?
Genellikle çalışmalarımda görüşmecilerimi benim seçmem söz konusu olmadı, diyebilirim. Söyleşilerime, önce yakın çevremdeki Kuzguncuklu tanıdıklarımla başladım. Sonra da onların yol göstericiliğine sığındım. Görüşme yaptığım kişilerin sosyo-kültürel dünyasını geniş bir perspektiften vermek en temel gayemdi. Bu bağlamda Kuzguncuk’un Yahudi mirasını, İstanbul gibi tarihsel bir kentin farklı katmanları, olanakları, çelişkileri ve kapsayıcılığı içinde anlamlı kılmaya çalıştım. Görüşme yaptığım kişilerin atalarının serüvenini, kent içindeki varoluş biçimini, eğitim-öğretim hayatlarını, yakın dönemde azınlıklara yönelik uygulanan politikaların hayatlarına ne ölçüde yansıdığını, etnik ve kültürel aidiyetlerinin sınırlarını, Yahudi toplumuna ve geniş topluma katkılarını farklı boyutlarla göstermenin mekânı bu kez ‘Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum’ oldu.
Çalışmalarına konu olan Galata ve Balat’la kıyasladığında, dikkatini çeken, Kuzguncuk ahalisine özgü farklı özellikler oldu mu?
Galata, Balat-Hasköy, İstanbul’un Yahudi yerleşim haritasında Bizans dönemine dayanan geçmişlere sahip semtler. Yahudilerin, İstanbul’un Asya kıtasında ilk yerleşim bölgesi olarak Kuzguncuk’u seçmeleri, çoğunlukla büyük İstanbul yangınlarına dayanıyor. İstanbul’un sivil mimarisinin ahşap olması ve özellikle yaz mevsimlerinde sayısız yangının durdurulamaması, Yahudilerin yerleşim haritasını en çok etkileyen unsurdu. 1600’lü yılların başlarında vuku bulan büyük İstanbul yangınlarında Yahudi mahalleleri kül olmuş, Yahudi halkı evsiz kalmıştı. Tarihçi Prof. Avram Galante, Kuzguncuk ve tepelerinde bulunan Dağ Hamamı (Bella Vista) yangınlarının yerleşimcileri çaresiz duruma düşürdüğünü, yeni barınma çareleri arayanların, yangınzedelerin, okullarını, sinagoglarını, evlerini ve tümüyle yaşamlarını yeni baştan kurma çabalarını ayrıntılı bir şekilde anlatır. Büyük göç dalgaları sadece yangın veya deprem gibi doğal afetler yüzünden gerçekleşmedi. Galante, bu yerleşim hareketlerine büyük salgınların da neden olduğuna işaret ediyor. Evliya Çelebi’nin 1625 yılında Üsküdar’ın Yahudi bölgesini ziyaretinin ertesinde yazdıklarına göre, Yahudi toplumunun bir kısmı, 1618’de Galata civarlarında başlayan büyük veba salgını sebebiyle Boğaz’ın Asya yakasında, Üsküdar, Dağ Hamamı ve biraz daha kuzeyine yerleşiyor. Şöyle ki, Kuzguncuk, Yahudilerin tarihi İstanbul’un kent sınırlarının ötesine göç ederek, sığınarak geldikleri bir köy. Yapısı itibarıyla Kuzguncuk, günümüze de bir ‘köy’ niteliğiyle ulaşıyor.
Görüşmecilerinin birçoğu çocukluk, gençlik yıllarının Kuzguncuk’unu, mütevazı yaşam koşullarına, 40’lı 50’li yıllara damgasını vuran travmatik olaylara karşın, özlemle anıyor. Acaba değişim rüzgârlarıyla birlikte, aile, komşuluk, dostluk bağları da mı tavsadı? Ya da geçmişi güzel yönleriyle hatırlamak, insani bir yanılsama mı?
Bana göre, bütün yaşamlarda ‘travmatik’ diye adlandırılabilecek olaylar, sosyal, politik, kültürel boyutlarda, o veya bu şekilde vuku bulur. Kişisel olsun, kitlesel olsun, travmalar yaşamın bir parçasıdır diye düşünüyorum. Önemli olanın, bireyin/toplumun bundan ne şekilde etkilenerek yaşamını sürdürdüğü, nasıl bir duruş sergilediği olduğuna inanıyorum. Çalışmamın yegâne esin kaynağı, görüşmecilerimin tanıklıklarından anlaşılacağı üzere, Kuzguncukluların taşındıkları/göç ettikleri bu köyde nesillerce sürdürdükleri yaşamların anlatılarına müteşekkirim. Hatıralarını paylaşan her tanıktan çok şey öğrendim. Kuşaktan kuşağa Kuzguncuk’un hafıza yolculuğunun görkemli tanıkları… Onların benzersiz komşulukları, dayanışmaları, iç içe yaşamları, iş dönüşü yol boyunca kapı önlerinde kurulan çilingir sofraları, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli yapının yapmacıksız, ayrıcalıksız bir anlayışla bütün toplumla birlikte kutlanması… Kuzguncuk’u ve Kuzguncuk halkının benzersizliğini kolaylıkla sergiliyor. Zaman-mekân benzerliğiyle birlikte, duyguların da paralellik taşıdığını, her yaşam kesitinin kendimizden bir anıya da ışık tuttuğunu böylelikle öğrendim. Kimi kez özlediklerimizi anımsadım; neyi yitirdiğimiz üstüne bir kez daha düşündüm.
“Vinya’daki anneanne evi güvenli bir sığınak” demişsin önsözde. O dönemden hafızana yer eden gözlemlerini paylaşır mısın?
Çağın Kuzguncuk’u apayrı olsa da, benim Kuzguncuk yolculuğumda da dinginlik başroldeydi. Yarının sevinç getirdiği, kendinizi hayatın akışına bıraktığınız günler… Tepeden tırnağa mutluluk dolu, ama alabildiğine eski ve geri gelmeyecek bir zamana dair sezgi... Taze taze İlya’nın Bostanı’ndaki ilk öpücük… Vinya’daki anneanne evi güvenli bir sığınak… Yukarıdaki sinagogun yolu derin, anlamlı… Aşağıdaki sinagogunki çağrışımlı... Kapı önleri, oturma odaları, bahçeler ve avlular ise kendi öyküsünü yazıp duruyor, yıllardır. Yoksulluk, yıpranmışlık, yaşama tutunma mücadelesi ise her daim kapı arkasında beklemekte… Bir de değerli şair Edip Cansever’in dediği gibi,“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor!” Her kişinin anavatanı çocukluğu ve belki de ilk gençlik yılları. Yaşanan ev, bildik sıcak yuva... Çocukluğunu anlatmak ise âdeta özüne dönmek veya bir diğer anlamda, zamanla üzerimize kondurduğumuz yaftalardan, takındığımız maskelerden arınmak değil mi?
Suzan Nana Tarablus’un gündeminde yeni bir proje var mı?
Evet var! Hem de pek yakında! Hayatımın bu dönemine, çalışmalarımın anlam kattığını düşünüyorum. Kanımca ‘Yahudi olma’ durumunun, gelecek nesillere ilk ağızdan anlatılması gerekli. Belleklerdeki anıları, sözlü tarih çalışmaları şeklinde yansıtırken, kentin toplumsal tarihçesine iz bırakmak istiyorum. Tarihin, gül suyuyla yıkanmış zafer sayfalarından ibaret olmadığı inancıyla…