´Love It Was Not´, çılgınca ve ihtimal dışı bir Auschwitz aşk ilişkisini tanımlamak için yaratıcı fotomontaj, röportajlar ve arşiv tanıklığı kullanıyor.
Yeni bir belgesel, Auschwitz’den bir Yahudi mahkûm ile Avusturyalı bir SS subayı arasındaki ilişkiyi detaylı bir şekilde gözler önüne sererken, tarihin anlaşılması imkânsız görünen bir parçasını anlatıyor.
Güzel, elma yanaklı, Slovak tutsak Helena Citron ve sarışın, yakışıklı Nazi yüzbaşısı Franz Wunsch’un arasındaki romantizm, İsrailli film yapımcısı Maya Sarfaty’nin son derece sürükleyici ‘Love It Was Not’ belgeselinde çözülüyor.
Sarfaty yıllarca süren araştırmaların bulgularını, görgü tanıklarının ifadelerini ve Citron’un mahkûm arkadaşlarının oluşturduğu koro sesinin yanı sıra, sanatsal fotoğraflar ve görüntüler kullanarak, Helena ve Franz’ın Auschwitz’deki hikayesini anlatıyor.
Greenwich Entertainment’in ödüllü filmi şu anda dünya çapında film festivallerinin yanı sıra, 3 Aralık’tan itibaren Apple TV ve Amazon Prime platformlarında izlenebiliyor.
Film, Helena Citron’un Auschwitz Kampında inanılmaz derecede sağlıklı ve mutlu görünen bir fotoğrafıyla açılıyor. Helena’nın kızı Dagmar’a göre bu poz, Wunsch’ın sevgilisini çizgili mahkûm üniforması içinde çektiği ve defalarca kopyaladığı bir fotoğraf. Wunsch bu fotoğraflardan Citron’un kafasını kesip, Auschwitz’in trajik ve zalim çevrelerinin dışında, güzel kıyafetler giymiş vücutların üzerine oturtuyordu.
Yapımcı Sarfaty’yi film boyunca kullanılan yaratıcı bir fotoğraf tekniğine yönlendiren, Wunsch’un kabaca yaptığı bu kolaj yöntemiydi.
Sarfaty, Auschwitz hakkında bir film yapmanın en büyük sorununun görsel malzeme olmaması olduğunu belirtti. Sarfaty, “Var olanlar da çok az ve fazla tanıdık. Hepimiz gördük; kalbimizi yerinden hoplatmıyor” dedi.
Gecenin bir yarısı Sarfaty çözüm ararken, Wunsch’un Helena’nın aynı fotoğrafını kullanmaya devam etmesini taklit eden bir çözüm buldu.
Sarfaty, çeşitli karakterlerin fotoğraflarını kolaj yaparak, Auschwitz Ölüm Kampında, krematoryumda, Wunsch’un 1970’lerde savaş suçlarından yargılandığı Avusturya’daki mahkeme salonunda sahneler yarattı ve filmi oluşturdu.
Sarfaty, “İzleyicinin oynanmış sahnelerdeki farkı anlayabilmesini, bilgilerle nasıl oynadığımı ve bir drama yarattığımı görmesini istedim” dedi. Drama, elbette, bu Auschwitz tabanlı hikayede zaten vardı.
Helena, 1942’de imha kampının inşası sırasında Slovkakya’dan Auschwitz’e gelen ilk bin kadından biriydi. İlk önce tehlikeli işler yapan yıkım ekibine atandı. Daha sonra şansı yaver gitti ve gazla öldürülenlere ait valiz ve kişisel eşyalardan oluşan ‘Kanada’ adı verilen depoda iş buldu.
SS subayı ile tanışma
Depoya atanan diğer kadınlarla birlikte ara ara yiyecek ve kendilerini sıcak tutan giysiler buldular. Bir kantorun kızı olan ve her zaman sahnede şarkı söylemeyi hayal eden Helena, burada Kanada Operasyonundan sorumlu, 20 yaşındaki SS subayı Wunsch’un doğum günü partisinde şarkı söylemek için seçildi. Helena, Wunsch’u derinden etkileyen, bildiği tek Almanca şarkı “Love it was not”ı seslendirdi.
Birbirlerine kısa mektuplar vermeye başlayan ikili, ortaya çıktığında ölüm anlamına gelebilecek gizli bir ilişki geliştirdiler. Diğer mahkumlar onların aşk ilişkisini biliyordu; hayatta kalanlardan birinin filmde söylediği gibi “Wunsch, ona delicesine aşık oldu, ondan vazgeçemez hale gelmişti.”
Helena’nın hikayesi, 1944’te ablası Roza, kocası ve iki çocuğuyla birlikte Auschwitz’e geldiğinde iyice dramatik bir hal aldı. Roza ve kocası Filistin topraklarında yaşıyorlardı. Ancak ikinci çocuğunu doğurduğu Avrupa’ya geri döndüler ve ardından hepsi toplama kampına gönderildi.
Roza’nın geldiği gün Wunsch devreye girdi ve Roza’yı gaz odalarının soyunma odalarından kurtardı. Ancak kocası ve çocukları ölüme gönderildi.
Bu dayanılmaz acı veren anıyı, her iki kadın da hayatlarının geri kalanında unutamadı. Auschwitz’den sonra kız kardeşler İsrail’e taşındı, ikisi de evlenip, yeni hayatlar ve aileler kurdular.
Wunsch ve Citron, Ruslar Auschwitz’i kurtardığında, son kez vedalaştılar ve savaştan sonra bir daha asla birbirleriyle temasa geçmediler.
Wunsch 1970’lerde Avusturya’da savaş suçlarından yargılandı. Wunsch’un eşinin umutsuzca yardım talebi üzerine, Helena’nın onun adına tanıklık etmeye gitmesine kadar ikili birbirini hiç görmedi.
Helena Citron, Wunsch’un, Auschwitz’de ona nasıl yardım ettiğine tanıklık etti, ancak aynı zamanda erkek mahkumları nasıl cezalandırdığını da anlattı. Mahkemede anlatılanlar, Helena’nın, Wunsch’un daha nazik tarafını deneyimlememiş olan Kanada deposunda hayatta kalanlar tarafından kabul görmedi.
Hikayenin filme dönüşmesi
Belgeselde Sarfaty, filmi yapmaya başladığında artık hayatta olmayan Helena Citron ve kız kardeşi Roza’nın kaydedildiği videoları kullandı. Kayıtlar Citron’un Wunsch ve kız kardeşiyle olan ilişkisinin yanı sıra, yaşamı boyunca yaşadığı üzüntü ve işlev bozukluğu da dahil olmak üzere eldeki sorunları ele alıyor. Sarfaty, Helena’nın kız kardeşi Roza Orenstein’in kızı Miki Marin ile resim ve tiyatro dersleri aldığı çocukluğundan beri hikayeyi biliyordu.
Sarfaty bu trajik hikayeyle bir şeyler yapacağını her zaman biliyordu. Önce bir roman, ardından bir film senaryosu denedi. Ama Helena ve SS erkek arkadaşının hikayesi o kadar muazzamdı ki, yazdığı diyaloglar ona hiç inandırıcı gelmiyordu.
Altı yıl kadar önce Sarfaty ve Marin, Wunsch’un kızı Dagmar ile temasa geçtiler. Meraklı ve iş birliği yapmaya hevesli kız, Sarfaty’ye babasının günlüklerini verdi. Günlükler Sarfaty için bir belgesele başlama kararında dönüm noktası oldu.
Sarfaty ilk olarak Helena ve Roza’nın çocuklarının Dagmar’la tanışmasını anlatan ‘En Güzel Kadın’ adlı kısa filmi çektiler. Sarfaty, “Dagmar, kız kardeşleri kurtaran kahramanın kızı olduğunu hissetti” dedi. Miki ise öyle hissetmiyordu çünkü nihayetinde Wunsch Auschwitz’de bir SS yüzbaşısıydı, “Helena’ya onu sevdiği için yardım etti” diye düşünüyordu.
Sarfaty araştırmasına devam ettikçe başka karmaşık ilişkiler de ortaya çıktı. İki kız kardeş yakındılar ama, Roza çocuklarının ölümünden her zaman Helena’yı sorumlu tuttu ve hayatlarının geri kalanında aralarında kalan bir öfke ve gerginlik yarattı.
Sarfaty, Yad Vaşem Soykırım Müzesi ve Steven Spielberg Yahudi Film Arşivindeki tanıklıklarını iki kez dinledikten sonra Kanada Deposundan hayatta kalanlarla da röportaj yaptı. Sarfaty, “Ne zaman bir hikaye duysan, daha kötü bir başka hikaye çıkacağını hayal edemiyorsun-bu başka bir cehennem ve başka bir cehennem ve başka bir cehennem” dedi.
Sarfaty, Helena ve Wunsch arasındaki romantizmi bilen pek çok kadının hala hayatta olduğu için kendini şanslı hissediyordu; Holokost’tan kurtulan 90’lı yaşlarında, canlı ve net düşünen kadınlar.
Sarfaty, “Onları duymak çok anlamlıydı çünkü bana orada günlerin nasıl geçtiğini anlamamda yardımcı oldular, Wunsch’un Helena’ya nasıl yardımcı olduğunu?” Bu kadınlar bin kadından oluşan bir koronun kahramanıydılar, hikâyeyi baştan sona taşıdılar ve en kötü şeyleri söylemekten hiç korkmadılar; empatiyle dolu oldukları halde çok dürüsttüler.