Sinemada yalnızlık

İnsan sosyal bir canlıdır. Yüz binlerce yıl süren evrimi, onu gruplar halinde ve toplum içinde yaşamaya zorlamıştır. Fakat insan, kendi yarattığı toplumda grup halinde yaşarken bile oldukça yalnız olabilir. Sadece asosyallik veya içine kapanıklık olduğunu sandığımız bu durum, farklı formlarda kendini gösterirken, bazıları için çeşitli problemlere sebep olurken, bazıları için bir avantaja dönüşebilir.

Sanat
15 Aralık 2021 Çarşamba

Aaron Cem Behar

Yalnızlığı en iyi anlatan filmlerden biri, Martin Scorsese’nin başyapıtı ‘Taksi Şoförü’dür (1976). Taksi Şoförü, ordudan yeni gelen Travis Bickle’ın (Robert de Niro) uykusuzlukla kendini gösteren, yaşadığı yalnızlıkla mücadelesini anlatıyor. Uykusuz gecelerini taksi kullanarak geçiren Travis, ne yaparsa yapsın onu “hayatı boyunca takip eden” yalnızlıktan kaçamıyor. Bu yalnızlık, akıl sağlığını çok kötü durumlara sokuyor, hayatını düzene sokamamasına neden oluyor. Kendisini kurtarmaya çalışmasına rağmen bir türlü başarılı olamıyor. İlişkisini sabote ediyor ve kendisini yavaş yavaş toplumdan dışlanmış biri ilan ediyor. Yalnızlığını kabullenişi, onun, her insanda bulunan, ‘dahil olma’ isteğini görmezden gelmesine sebep oluyor ve böylece, aklına eseni yapabilmesi, hedeflerine farklı yollardan ulaşmaya çalışması için onu motive ediyor. Aklına gelen esenlerden biri de ilişkisini yürütemediği kız arkadaşının, kampanyasına gönüllü olarak katıldığı Amerikan başkan adayına suikast düzenlemek. Bunu başaramaması onu daha da motive ediyor ve ikinci çılgın fikrine konsantre oluyor. Fikri, zorla fuhuşa zorlanılan küçük bir kızı kurtarmak. Yalnızlığıyla biriken problemlerini ve öfkesini, gözü kara bir hırsa dönüştürüyor ve birden fazla silahlı kişinin arasından kurtularak kıza ulaşıyor, onu kurtarıyor. Ancak bu sırada ölümcül bir şekilde yaralanıyor. Yalnızlığı ve getirdiği depresyon, kendisini bir hayal kırıklığı olarak görmesi, bu duyguları artık taşıyamaması ile gelen hırsla birlikte istediğini başarıyor.

Tabii ki her yalnızlık hikayesi mutlu sonla bitmez. Sofia Coppola tarafından yönetilen ‘Bir Konuşabilse’ (2003), Tokyo’yu ziyaret eden iki yabancının hikayesini anlatıyor. Bunlardan biri, bir reklamda oynamak için gelen oyuncu Bob Harris (Bill Murray), diğeri ise iş için gelen eşine eşlik eden, genç Charlotte (Scarlet Johansson). İki karakterin de evli olmalarına rağmen kendilerini oldukça yalnız hissettiklerini görüyoruz. Bob, uzun ve sık iş seyahatlerinden dolayı kendisini eşinden ayrı bir dünyada hissetmekte ve tanıdığı hiç kimsenin olmadığı, etrafında dönenleri anlamadığı Tokyo’ya gelince yaşadığı kültür şokunun da etkisiyle bir orta yaş krizine girer. Bu sırada Charlotte, yeni evlendiği kocasının bütün seyahat boyunca çalışması sonucunda bu yeni evliliğinden umutlarını kesmeye başlamıştır. İkili kendilerini en yalnız hissettikleri anda birbirleriyle tanışırlar ve aralarında bir arkadaşlık gelişir. Hollywood klişelerinden yola çıkarak seyircinin bu iki karakter arasında romantik bir durum gelişeceğini düşünmesine rağmen, ikisi de aslında sadece bir arkadaş arıyordur. Bob, Charlotte’a öğütler verirken onun umutsuzluğunda konfor bulur. Charlotte ise Bob’un bilge nasihatleri sayesinde aydınlanır. Fakat fark ederiz ki ikisi de hâlâ oldukça yalnız hissediyordur ve bu yalnızlık hissi iki karakterde de uykusuzluğa yol açmaktadır. Sadece birlikte, rahat bir şekilde sohbet ediyorken yumuşak bir şekilde uykuya dalabilirler, çünkü sadece kendilerini anlayan ve duygularıyla empati kurabilen birinin arkadaşlığı sayesinde rahatlayabilmektedirler. İki karakteri de birçok defa oldukça yoğun ortamlarda düşüncelerinin içinde görürüz. Film bunun sayesinde bize, karakterlerin evliliklerinde ve de kalabalık içinde nasıl yalnız hissettiklerini, çektikleri varlık içindeki yokluğu çok iyi anlamamıza yardım eder.

 

Yalnızlıktan ders almak

2013 yapımı ‘Aşk’ isimli filmde, yeni boşanan Theodore Twombly (Joaquin Phoenix) isimli karakterin yeni biriyle tanıştıktan sonraki kişisel gelişim yolculuğuna tanık oluruz. Theodore, hayatını başkaları için özel şiirler yazarak kazanmaktadır. Her gün onlarca aşk şiiri yazarken, oldukça yalnız ve melankolik hisseder. Bir gün Theodore, bir yazılım sistemi güncellemesi yapar ve yapay zekâ sanal asistanı Samantha (Scarlett Johansson’un sesi) ile tanışır. Samantha’nın yüksek zekâsı sayesinde kompleks bir ilişki kurmayı başarırlar ve Theodore’un ruh sağlığı gittikçe iyiye gider. Yakın arkadaşı Amy’nin (Amy Adams) de eşinden ayrılmasının ardından kendi sanal asistanıyla derin bir arkadaşlık kurduğunu öğrenen Theodore’un kendine güveni artar fakat bu ilişkinin anormalliği onu aşmaya başlar. Samantha hakkında şüphe duymaya başlarken, Amy sayesinde fark eder ki mutluluk yolundaki bu şansı kaçırmaması gerekmektedir. Filmin sonunda, Samantha bütün yapay asistanların sahiplerini terk etmesiyle birlikte Theodore’u terk eder ve Theodore yeniden yalnız kalır. Bu defa hisleriyle yüzleşmek zorunda kalan Theodore, kendisiyle barışmaya başlar. Ne kadar boşanması sonrası kendisini soktuğu yalnız cehennemden Samantha sayesinde çıkmayı başarsa da sonunda duygularıyla yüzleşmek zorunda kalır ve bunu başararak bu yalnızlıktan kazançlı çıkar.

Yalnızlıktan ders almanın belki de en iyi örneği, Sean Penn tarafından yönetilen 2007 yapımı, ‘Özgürlük Yolunda’dır. Film, Christopher McCandless (Emile Hirsch)’in gerçek hikayesini konu alır. Christopher, bol kitap okuyup felsefeye ilgi gösteren, parlak bir gençtir. Üniversiteden mezun olduktan sonra ebeveynlerinin ondan çizmesini bekledikleri yolu beğenmez ve tek başına kendini doğaya teslim etmeye karar verir. Bunun bir sebebi de ailesinin Christopher küçükken içinde bulunduğu durumdur. Anne-babası sıkça şiddetli kavgalarda bulunur ve çocukları için dengesiz bir ev ortamı oluştururlar. Bu ortam, Christopher’a göre onun bütün kişiliğini şekillendirmiştir. Kendisini, bu ev hayatının dışında keşfetmek istemesi, yaşadığı benlik krizi, doğaya atılmasının en büyük sebeplerindendir. Arabasından ve bütün parasından kurtulur, kendisine yeni bir isim bulup yola atılır. Gerektikçe yeni tanıştığı insanların yanlarında kalır ve onlarla, barışçıl, hümanist fikirlerini paylaşır. Sonunda, otostop çekerek, kargo trenlerine saklanarak, bir şekilde Alaska’ya ulaşır. Orada terk edilmiş bir okul otobüsünün içine yerleşir. Annesi ve babasını affetmediğini, yolda tanıştığı insanlara birden fazla defa söyler ve seyahati boyunca bir günlük tutar. Sayfaları bitince ise okuduğu kitapların satır aralarında günlük tutar. Bir gün yememesi gereken ölümcül bir bitkiyi yer ve zehirlenir. Birkaç gün boyunca ölüm kalım mücadelesi verirken, aklına duraklarından birinde tanıştığı bilge bir adamın söyledikleri gelir: “Affettiğinde, sevebilirsin.” Bu sözler aklındayken, artık hayattaki son anlarına yaklaştığını fark eden Christopher, bir karton parçasına zar zor yazdığı elveda mesajını, son iki yıldır kullandığı isim olan ‘Alexander Supertramp’ ismiyle değil, anne ve babasının ona verdiği ve özellikle reddettiği ‘Christopher McCandless’ ismiyle imzalar. Bu, onları affettiği anlamına gelebilir. Aynı zamanda, son iki yıldır yalnız başına tanık olduğu müthiş şeylerin hiçbirinin, onun için hiçbir anlam taşımadığını fark eder, çünkü onları hiç kimseyle paylaşamamıştır. Son nefesini vermeden önce kitaplarının birinin satırları arasına, bu kelimeleri yazar: “Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir.”

Görebildiğimiz üzere, yalnızlık gerçekten de her türde olabilir. İstek dışı, zorlanmış, can sıkıcı olabilirken, aydınlatıcı da olabilir. İnsanın doğasında nasıl ki grup halinde yaşamak var ise, yalnız kalmak da vardır. Önemli olan, bu yalnızlık ile nasıl başa çıktığımız ve ondan ne türlü dersler almayı başardığımızdır.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün