Geçtiğimiz yıl, bu köşede Bir Liberalin Objektif Notları isimli yazımda, özelleştirmeleri konu almıştım. Bu hafta, liberalizmin en çok eleştirilen yönleriyle alakalı olarak karşılıklı fikir yürütmeye çalışacağım.
Bu yazının ilk bölümünde, kısaca özelleştirmenin kötü bir şey olmadığı, kamu kurumlarında marjinal faydanın ister istemez düştüğünü ve özel sektörde verimlilik odaklı yapı sayesinde, devletin topladığı vergilerin bile, o işi devletin kendisinin yaptığı zaman elde edeceği ekonomik menfaatten daha fazla olabileceği fikrini savunmuştum.
Liberalizm özgürlükler açısından ve kendi düzlemindeki ekonomik yapı bakımından kağıt üzerinde birçok insana gayet mantıklı gelebilir. Fakat mevcutta her sistemde olduğu gibi, onun da ölümcül eksikleri var elbette. Eldeki sistemler içerisinde insan doğasına en uygun olduğunu düşünmekle birlikte, liberalizmin ölümcül yanlarını fark etmemek, fanatiklik olacaktır diye düşünüyorum.
Liberalizmin mihenk taşını oluşturan “laissez faire, laissez passer” yani ‘bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler’, toplumları günün sonunda insanların artık dayanmakta zorlanabileceği bir noktaya taşıyabiliyor. Daha önce burada, doğanın matematiğine değinmiş, gücün aritmetik olarak değil geometrik olarak arttığını ve bu sebeple büyük rüzgar değişimleri olmadığı sürece şansın hep güçlünün tarafında olduğunu söylemiştik. (‘Gelir Adaletsizliği İnsanlığın Kaderi mi?’ yazısı). Arkadaşlarla Monopoly oynarken, günün sonunda biri kazanıyor ve oyun bitiyor, fakat gerçek hayatta böyle bir şansımız yok. Kazananların neredeyse kesin belli olduğu oyunu yine de oynamak zorunda olan milyarlarca insan varken, liberalizmin bu zayıf tarafına dikkat çekmemek olmaz.
En temel anlamda küçük bir devleti savunan liberaller, devletin ancak adalet ve güvenlik hizmetlerini sağlamasını savunurlar. Buna eğitim ve sağlık hizmetlerini eklemek ise büyük tartışma çıkarabilir. Çünkü liberal camianın hem fikir olduğu konu ancak adalet ve güvenliktir. Eğitim ve sağlık birçok liberal için bir tercihtir.
Bu görüşe evet demiş olsak bile, klasik liberalizm bizi hiç istemediğimiz bir şekilde klasik sosyalizmle aynı dayanak varlığa ulaştırıyor. O da insan inisiyatifi... Nasıl mı? Açıklayayım...
100 yıldır liberal düşüncenin en önemli ve sağlam argümanları; piyasa, görünmez el yani günün sonunda ekonomik adaletin bir şekilde piyasa tarafından kendi kendine sağlanması. Bu neredeyse kusursuz görünebilir. Sol görüşte, planlama vardır, merkezi otorite vardır, üretim ve fiyatlar planlanır ve ona göre hareket edilir. Benim sol ekonomik görüşü belki de çok sert otoriter bir devletten bile çok eleştirdiğim tarafı, piyasa gerçeklerinden uzakta olması. Zaten literatürde de liberallerin en çok yüklendiği konular buralar oluyor. Günün sonunda, örneğin koca bir devletin o yıl ne kadar buğday üreteceğini, planlama birimindeki üç beş, belki on belki yirmi kişi belirliyor. Sol ekonomik yaklaşım, piyasadan değil, bireylerin bizzat kendisinden besleniyor. Son 50 yılın genel tartışma konusu olarak, bu planlı ekonomik modelin büyük bir hazin son olduğu artık fazla tartışılmıyor zaten. İnsanoğlu bundan neredeyse tamamen vazgeçti. Fakat liberalizmin en önemli paradoksu tam da bu noktada başlıyor.
Liberalizmin özgürlüğü, bireylerin dokunulmazlığını bir arada düşünün. Sol görüşün piyasayı (burada piyasayı anlam olarak tüm insanların herhangi bir konudaki ortak veya ortalama düşüncesi/tavrı olarak düşünebiliriz) dikkate almaması ve günün sonunda ipleri çok sınırlı bir zümreye, parti genel sekreterlerine vb. verdiği için eleştirmiştik. Şimdi, güç aritmetik olarak değil, geometrik olarak arttığına göre, yani liberalizmde gücü elinde bulunduran birinin, bir müdahale olmadığı ya da müdahale çok sınırlı olduğu için elinde bulundurduğu gücü sürekli olarak artıracağını anlayabiliriz. Nitekim dünyanın en zengin 10 insanı listesinde bile gelir dağılımının bozuk olması sanırım her şeyi açıklıyor. Liberalizm, küçük devleti desteklediği için, devlet ekonomik olarak da küçülüyor. Topladığı vergiler azalıyor. Bunun yanında zenginler daha da zenginleşirken, devleti ele geçirme imkanına sahip olabiliyor. Hipotetik olarak, bir devletin vatandaşının ya bir şirketin, ekonomik olarak o devletin kendisinden çok daha varlıklı olduğunu hayal edelim. (Günümüzde bunu hayal etmek zor değil) O küçük devletten sadece sağlık ve güvenlik konusunda çok güçlü olmasını, diğer konularda ise hayatımızda olmaması istemiştik. Peki ekonomik olarak bu kadar küçük bir devlet, ekonomik olarak bu kadar güçlü bireylere ve şirketlere karşı, diğer vatandaşlarını nasıl koruyacak? Bu ancak devlet kademelerinde çok büyük oranda idealist insanların toplanmasıyla mümkün olabilir ve istisnai bir durumdur. Böyle bir istisna üzerine de bir sistem kurulamaz elbette.
Ve bu şartlarda liberalizm, çekirdeğe indiğimizde yine insanın idealist olmasına dayanmak zorunda kalıyor. Tıpkı en büyük rakibi olan sosyalizm gibi... Bir tarafta dünyanın en idealist ve hakkaniyetli parti sekreterlerine karşı, diğer tarafta hakkaniyetli şirket sahipleri ya da yargıçlar beklemek durumunda kalıyoruz.
Türkiye’deki sığ sağ-sol tartışmalarında bence hiç söylenmemiş tek bir söz var. O da tüm sistemlerin günün sonunda dönüp dolaşıp insana dayandığı.
Bizler iyi insanlar olmadığımız sürece, hiçbir sistem iyi olmayacak. Bizler iyi insanlar olduğumuzda tüm sistemler iyi olacak. Bence anlamamız gereken en önemli şey bu. Gerisi akademik teferruat...