Arap Baharı ve Türkiye

“2010 Arap Baharı toplum içindeki baskıları iyi anlamış ve anlatmış bir süreçti, ancak siyasi olarak uygulanabilir hiçbir önerisi yoktu.” İşte bu, bir bahar beklentisiyle umutlanan ülkelerde özlenen devrimin - ya da belki de değişim demek daha doğru olur - neden başarıya ulaşmadığını anlatan önemli bir tespittir. Peki, Arap aleminde yeri olmamasına rağmen sokaktaki insanın nezdinde sempati toplamış Türkiye kendini bu dalga içinde nasıl konumlandırdı? Beklentilerini elde edebildi mi?

Marsel RUSSO Perspektif
29 Aralık 2021 Çarşamba

Ortadoğu’nun öteden beri bol parametreli bir dünyası vardır. Olaylar ardı ardına öyle bir gelişir ki, tarih çabuk yazılıverir. Dünün eğrisi bugünün makbulü olur, ya da dünün doğrusu bugünün yanlışı… Bölgeyle ilgilenenlerin yaptıkları yorumlar, dolayısıyla çok taze olmak durumundadır. Savaşlar, siyasi çatışmalar, şiddet, dış müdahaleler, geneli yapay sınırlarla bölünmüş bu coğrafyada çokça rastlanan ve olayların akışını değiştiren etkenlerdir. Bugün oturup dünü yazanların, yarınki gelişmelerin bugünün gerçeğini eskiteceğini hiç akıldan çıkartmaması gerekir.

2010 yılında Tunus sokaklarında patlak verip Arap aleminin neredeyse tamamını etkisi altına alacak fırtınada, Türkiye’nin konumunu şöyle değerlendirmek gerekir:

Türkiye, Arap alemine örnek teşkil edecek kadar refahı paylaştırabilmiş, yönetimin seçimle değiştiği, batı standartlarında olmasa da demokrasiyi özümsemiş, sivil iradenin hüküm sürdüğü, bölgede az rastlanır dinamizme sahip bir ülkedir. Statik, otoriter, vatandaşının hayal kurmasına olanak sağlamayan mat bir Arap ülkeleri cümbüşü içinde, laik yapısı ve İslami gelenekleri önceleyen yaşam şekliyle bölgenin ve bölgeye doğrudan ya da dolaylı olarak ilgi duyanların dikkatine çekmiştir. En azından, başta Beyaz Saray olmak üzere, batı başkentlerinin pencerelerinden görünen budur.

2012 yılı için söylenecekler değişik olacaktır:

Arap ülkelerinin bazılarında demokratikleşme hareketlerinin başladığından söz etmek gerekir. Türkiye bu adımları hararetle destekleyecek, bu ülkelerle ikili ilişkilerini daha ileriye götürmek için girişimlerde bulunacaktır. Böylece deneyimlerini paylaşacağı bir atmosfer yaratabilecek, kendi dinamizminin yeni fark eden bölgede söz sahibi bir ağabey görevi üstlenebilecektir. Gelin görün ki gelişmeler dönüşümlerin Türkiye’yi açığa düşürdüğünü gösteriyor. Mısır, Suriye ve Libya örnekleri bunu ortaya koyuyor.

Mısır’da Hüsnü Mübarek 2011 Şubat’ında istifa eder. Akabinde yapılan seçimlerde iktidara gelen Muhammed Mursi’nin otokratik bir rejime doğru meyletmesiyle yeniden alevlenen sokak olayları sonrasında bir darbe ile görevden uzaklaştırılması, Ankara’nın sert tepkisine yol açacak, diplomatik ilişkilerin askıya alınmasına kadar giden bir süreç yaşanacaktır.

Burada Mursi’nin, dönemin Başbakanı Erdoğan ile benzer davaların insanı olmasının yanı sıra, Türkiye’nin Mısır’la kuracağı ilişkilerde kendisine biçtiği ağabey rolünün çökmesinin getirdiği hayal kırıklığı vardır, hiç şüphesiz. Mısır ile Türkiye, soğuk savaşın bitiminden bu yana aynı ekip içinde yer alıyor görülseler de, durumun pek de öyle olmadığı ikili ilişkilere gelince anlaşılıyor. Arap sokaklarında etkin bir rol oynamaya başlayan Türkiye’nin gücünün bölgede artması, kendisine Arap ülkelerinin lideri rolünü biçmiş Mısır’ın hiçbir zaman hoşuna gitmemiştir.

Sınırdaş olmasının getirdiği bir sorumluluk hissiyle olsa gerek Suriye’deki rejim aleyhtarı hareketlere verdiği destekle Türkiye, belki de tarihinde ilk kez bir ülkede yaşanan iç çekişmelerde taraf olacaktır. Mart 2011’de başlayan, halen devam eden iç savaşın an itibarı ile fotoğrafını çekersek, ortaya çıkan manzarada, Rusya’nın şu ana dek tek kazançlı olduğunu teslim etmek gerekir. Suriye’deki askeri varlığı ile Moskova Doğu Akdeniz’deki oyuna ortak olmuştur dersek çok da yanlış olmaz diye düşünürüm.

Şii kökenli Esad rejiminin Rusya’nın desteğiyle yaşamını sürdürmesi, Kürt grupların bölgedeki etkisine karşı atılan adımların bir türlü kesin bir kazanca dönüşememiş olması, IŞİD’in ve El Kaide uzantılı radikal grupların – ki bunlar batının terörist gruplar arasında gördükleridir – faaliyetlerine karşı net bir tavır takınılamaması gibi hususlar üzerinden değerlendirecek olursak, durumun Türkiye adına oluşturduğu vahameti ölçebiliriz.

Türkiye söz konusu ülkelerde girişimlerde bulunurken, Arap baharının önünü açtığı halkın demokratik beklentilerine verilecek olumlu yanıtları desteklemeyi hedefliyordu. En azından söylem buydu. Ancak olayların gelişmesi Ankara’yı çok değişik yerlere savurdu desek çok da yanlış olmaz.

2014’te Arap baharının üzerine inşa edilen beklentiler solacaktır. Demokratikleşme çabaları geleneksel siyasete boyun eğecek, belirsizlik, gerileme, makus talihini yenmeye çalışan halkın durumunu tarif edecek en doğru sözcükler olacaktır...  Bu anlamda, Tunus’ta yaşanan göreceli başarıdan öteye gidebilen hiçbir örneğin olmaması, Türkiye dahil bölgede gelişen değişim rüzgarına ilgi duyan tüm ülkeleri hayal kırıklığına uğratacaktır... Yola çıkılan ile elde edilen arasındaki fark, üzerinde düşünülmeye değer.

***

21. yüzyıl, bir sene öncesine dek, Ortadoğu’ya cömert davranmadı. 2001’de El Kaide’nin ABD’ye giriştiği terör saldırılarıyla başladı. Akabinde ABD’nin teröre karşı küresel savaşı devreye girdi. İlk on yıl, geçmiş çalışmalarda da derinlemesine irdelemeye çalıştığım Arap baharı ile sonlandı. Bunun yeni umutlara kapı açtığı tahmin edildi. Ortadoğu’nun despotik krallıkları, emirlikleri yerle bir olacak, otokratik rejimler seçilmiş liderlerle yer değiştirecekti. Ancak, Arap toplumları seçimleri özümsemek bir yana, derli toplu lider dahi çıkartamayacaktı.

Batılı başkentlerin beklentileri Arap ülkelerinin Türkiye modelini takip etmesiydi. Zaten Ankara da buna yatırım yapmıştı. Demokratik yapıyı ayakta tutmakta başarılı tek İslam ülkesi olarak Türkiye’nin, baharın kışa evrilmesi ile büyük hayal kırıklığına uğradığını not etmek hatalı olmasa gerekir.

Şimdi de, 2020’den itibaren İbrahim Anlaşmalarının yarattığı dalga değişik, serin, diri bir hava estiriyor ortamda. Olamaz denilen gelişmeler Arap dünyasının fazla demokratik olmayan ülkelerini, bugüne dek hasım gördükleri, demokratik İsrail’le yan yana getiriyor. Buna elinden geldiğince sert açıklamalarla karşı çıkan Türkiye, nihayetinde treni kaçırmak üzere olduğunu fark etmiş görünüyor. Bir yandan, arasını bozduğu Arap ülkeleriyle ilişkileri yeniden tahsis etmeye çalışıyor, öte yandan, 2010 Mavi Marmara olayından beri uzak durduğu, her fırsatta devlet terörü estirmekle suçladığı İsrail ile göz temasına geliyor. Bunda Azerbaycan’ın İsrail’le geliştirdiği sağlam dostluğun da rolü olsa gerek… İsrail’in otuz yıl önce bağımsızlığını ilan eden Bakü yönetimini ilk tanıyan ülkelerden biri olduğunun altını çizmek gerekir.

Benzer şekilde, 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğunu iddia ettiği BEA ile, Körfez İşbirliği Konseyinin Katar’ı boykotu sırasında, bu ülkeyi desteklemesinden ve Kaşıkçı cinayetinden ötürü karşı karşıya geldiği Suudi Arabistan’la da flört etmeye başlıyor. Bu işin değişik boyutları hakkında tasarrufta bulunmak için ise henüz erken...

Bir de denkleme İran’ı sokmak gerek. Yüzyılları aşan devlet geleneğiyle İslam dünyasında, özellikle de Yakındoğu coğrafyasında önemli bir oyuncudur şüphesiz. İran etkisini farklı bir çalışmada irdelemekte fayda var.

***

İslam ülkelerini yakından takip eden siyaset bilimci, yazar, Graham E. Fuller, 2014’te yayınlanan ‘Türkiye ve Arap Baharı’ kitabında şöyle yazıyor:

“Birbirinden ırak ülkeler, karmaşık mücadeleler, net olmayan hedefler, değişken düşmanlıklar, bölgenin tarihi arka planını bilen ve burayı yakından takip edenlerin dahi yorumlamakta zorlandıkları bir durumu ortaya çıkarıyor. Her gün haberlere konu olan, başlıklardan hiç düşmeyen, kanlı olaylara sahne olan bir bölgeden söz ediyoruz. Batı buradaki gelişmeleri takip etmede, bunları anlamada yavaş. Yitirilen savaşlar, terör olayları, insani krizler, yükselen gerilimden dolayı konulan teşhislerin çoğu hatalıdır.”

***

Ortadoğu büyük bir değişim içinde… 21. yüzyılın başından bu yana bölge baş döndürücü bir hızla değişiyor. İdeolojik, stratejik, etnik ve mezhepçi akımların, ya da güçlerin desek daha doğru olur, elinde tekrar tekrar yapılanıyor ve yalpalanıyor. Bu fırtına içinde, ayakları yere sağlam basan, demokratik kurumlarına sahip çıkan, dinamik bir Türkiye’ye çok büyük ihtiyaç var.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün