İlk yönetmenlik denemesi ´Karanlık Kız´ Maggie Gyllenhaal´e Venedik´te senaryo ödülü getirdi.
Maggie Gyllenhaal açık sözlü, hassas, duyarlı ve yalın bir sinema diliyle, kadın ruhunun inceliğini hümanist bir yaklaşımla işliyor. Anne-kız ilişkisine tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşan film suçlamaktan ve yargılamaktan titizlikle kaçınıyor. Pişmanlık, duygusal boşluk, itiraflar, düş kırıklıkları temaları etrafında Gyllenhaal şaşırtıcı mizanseniyle son derece etkileyici bir film yapmış. Vizyondaki film Olivia Colman’ın görkemli performansı için izlenmeyi hak ediyor.
‘THE LOST DAUGHTER’
Yön ve Sen: Maggie Gyllenhaal
Gör: Hélene Louvart
Müz: Dickon Hinchliffe
Kur: Alfonso Gonçalves
Oyn: Olivia Colman - Jessie Buckley - Dakota Johnson - Ed Harris - Peter Sarsgaard - Dogmara Dominczyk - Paul Mescal
Sinemacı bir ailenin oyuncu kızı Maggie Gyllenhaal ilk yönetmenlik denemesi ‘Karanlık Kız / The Lost Daughter’ ile katıldığı 78. Venedik Film Festivalinden En İyi Senaryo Ödülü ile ayrıldı. Kendisi Altın Küre Ödülü’ne En İyi Yönetmen dalında aday gösterildi. Filmin başrol oyuncusu Olivia Colman En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre için yarışacak.
Her ikisi de film yapımcısı, Aşkenaz Yahudi’si bir anne, Alman kökenli bir babanın kızı olarak 1977’de New York’ta doğan Maggie Gyllenhaal’in 2002’de evlendiği Peter Sarsgaard’dan (50) iki kızı var. Erkek kardeşi Jake Gyllenhaal de ünlü bir aktör.
Kayıp çocuk draması
Napoli romanlarıyla ünlenen İtalyan yazar Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlanan ‘Karanlık Kız’ yalnızlık üzerine bir film. Maggie Gyllenhaal şaşırtıcı mizanseniyle son derece olgun ve etkileyici bir film yapmış. Anne-kız ilişkisine tarafsız bakış açısıyla yaklaşan film, suçlamaktan ve yargılamaktan titizlikle kaçınıyor.
Gyllenhaal açık sözlü, hassas, duyarlı ve yalın bir sinema diliyle, kadın ruhunun inceliğini hümanist bir yaklaşımla işliyor. Üç kahramanı Leda, Nina ve Lyle bu hüzünlü ve duygusal filmde yalnızlıklarıyla baş etmede zorlanıyorlar. Kameranın arkasına ilk kez geçmesine rağmen, Gyllenhaal onların duygularını izleyiciye geçirmede çok başarılı.
Filmde Leda Caruso (Olivia Colman) kendini işine adamış boşanmış, orta yaşlı bir öğretmendir. Çocukları babalarıyla birlikte tatile gidince o da bir Yunan adasına tatile gider. Burada tanıştığı bir aile onun kendisiyle yüzleşmesine ve kendisini yeniden keşfetmesine neden olur. Bu ailedeki genç anne Nina’nın (Dakota Johnson) yaramaz kızıyla yaşadıkları Leda’ya iki kızını hatırlatır.
Gyllenhaal’ın edebi metni çok zengin bir romandan uyarladığı senaryo, sinema için yazdığı ilk senaryo olmasına rağmen, kendisinin usta bir yazar olduğunu kanıtlıyor. Lena’nın tatildeyken yaşadığı duygu karmaşasının izlerini, çok iyi kurgulanmış geriye dönüş sahnelerinde buluyoruz. Filmde bolca rastladığımız entelektüellerin buluştuğu sohbetlerdeki diyaloglar çok lezzetli.
Film pişmanlıklar, duygusal boşluk, itiraflar ve düş kırıklıkları gibi zorlu temaların hakkını veriyor. Kadınlık halleriyle ilgili ilginç tespitler yapan filmin senaryosu karakter tahlilleri konusunda tam puan alıyor. Bu incelikli, cüretkâr ve hüzünlü filmde Lena, geçmişin yaralarını hatırlarken bıraktığı hasarların muhasebesini yapıyor. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde izleyicisini bir yolculuğa davet eden film, bir kadının hayatına damga vuran bir olayın bıraktığı izler üzerinden, geçmişiyle hesaplaşmasına odaklanıyor.
Film, anneliğin ilk dönemlerinde hissedilen duygu karmaşasını anlatıyor. Düşünmeden yapılan bir hareket, Leda’yı genç bir anneyken geleneklerin dışında yaptığı tercihlerine ve kaygılarla dolu zihninin dünyasına götürüyor. Leda tesadüflerin karşısına çıkardığı Nina’yla beraber, kendini ve saklı tuttuğu travmalarını, hislerini keşfediyor. Nina’nın yakışıklı Will ile yaşadığı kaçamağa tanıklık etmek, Leda’yı kendi geçmişiyle paralellik kurmaya iter.
Annelik hakkında zorlayıcı düşünceleri masaya yatıran film, bazı tartışmalı seçimlere yargılayıcı olmayan bir yaklaşım getiriyor. Film, kahramanı İtalyan Edebiyatı Profesörü Leda’nın genç bir anneyle tartışması sonrası kendi annelik geçmişine doğru yaptığı zorlu içsel yolculuğunu anlatıyor. Film Leda’nın yüzünde bir hüzün maskesiyle bunalım yaşadığı bir sahilde başlıyor.
Bir Yunan adasında kiraladığı evin plajında, kalabalık, gürültülü Amerikalı bir ailenin gelişiyle huzuru kaçan Leda, ailedeki çocuklardan birinin kaybolmasından sonra, arama çalışmasına katılır ve çocuğu bulur. Çocuğu bulmasıyla beraber, 20 yılı aşkın bir süredir anne olarak verdiği kararlar ve hâlâ boğuştuğu seçimlerle yüz yüze gelir. Geçmişindeki sırlarla yüzleşirken Leda, anneliğinin ilk dönemlerinde hissettiği duygu karmaşasını hatırlar.
Geriye dönüşlerle Jessie Buckley’in canlandırdığı Leda’nın üç ve beş yaşlarındaki huysuz, saldırgan iki kızıyla yaşadığını öğreniriz. Kendisini seven bir kocayla çocuklarını büyütürken kariyer sahibi olmaya çalışan Leda’nın yaşadığı zorlu sürece tanıklık ederiz. Kocası sadece hafta sonları gelen Nina’nın yaramaz kızı Elena ile baş etmekle zorlandığını görürüz. Bu durum Leda’ya kendi travmatik anılarını anımsatır. Bu esnada düşünmeden yaptığı bir hareket, Leda’yı genç bir anneyken yaptığı geleneklerin dışındaki tercihlerine ve kaygılarla dolu zihninin dünyasına götürür.
Her gün gittiği plajda karşılaştığı kalabalık aileyi görünce, esasen tedirgin ve huzursuz olan Leda kendini daha da yalnız hisseder. Kiraladığı evin hizmetçisi, orada yaşamayı seçmiş Amerikalı Lyle (Ed Harris) en az kendisi kadar yalnız, hayatı düş kırıklıklarıyla dolu bir erkektir. Hüzün ve pişmanlık dolu günlerini zihninde yaşatan Leda ile yalnızlığını kabullenmiş Lyle’in dertleşmesi, hayata yenik düşmüş iki insanın itiraflarıyla doludur.
Psikolojik dram
Yaz tatilinde havanın bozması, yağmurlu ve fırtınalı günler tatilcilerin keyfini kaçırır. Hele bu sorunlu geçmişi, cinsel hayatı endişe verici derecede istikrarsız Leda gibi bir kadın olunca… Genç, güzel, her şeye sahip Nina için durum farklı değildir. Kendisinden çok işiyle ilgilenen kocası ve huysuz kızıyla baş etmekten yorgun genç kadın, yakışıklı havuz görevlisi Will (Paul Mescal) ile bir kaçamak yaşar.
Lena, gençlik yıllarında katıldığı bir yurt dışı seminerde rastladığı, bilgisine ve zekâsına hayranlık duyduğu Prof. Hardy (Peter Sarsgaard) ile yaşadıklarını hatırlar. Filmin sonlarına doğru, Lena’nın pişmanlıklarıyla ilgili yaşadığı müthiş sürprizi öğreniriz. Film başladığı sahneyle noktalanır.
Konusu bir Yunan adasında geçen filmin Yunan propagandası yapmaktan çok uzak olduğunu belirteyim. Filmde yerel Yunanlıları kızlı-erkekli küstah, saygısız gösteren sekanslar var. “Ben anormal bir anneyim” diyen Lena yalnızlığının sebepleriyle yüzleşince kendini sorumlu tutarak, bencil olduğunu kabullenerek pişmanlık duyuyor. Genç Nina filmin finalinde kendisine bir hayat dersi veriyor. Bu yönüyle ‘bir kadın filmi’ olarak nitelendirilebilecek ‘Karanlık Kız’daki ilk yönetmenlik denemesinden Maggie Gyllenhaal’in yüzünün akıyla çıktığını söylemek mümkün.
Olivia Colman, hayatına giren yeni insanlar sonucunda bir kaosun içerisine sürüklenen Leda rolünde görkemli performansıyla öne çıkıyor. Filmin başarısında, canlandırdığı zorlu karakterin ruh hallerini bakışlarıyla, mimikleriyle yansıtan, baştan sona ekranda gördüğümüz bu İngiliz oyuncunun payı büyük. Filmdeki Leda’dan bir yaş küçük, 47 yaşında olan Colman ‘The Favourite’ten (2019) sonra, geçen yıl ‘The Father’ ile kaçırdığı ikinci Oscar’ını alabilir.
‘Grinin 50 Tonu’, ‘Karanlığın 50 Tonu’, ‘Özgürlüğün 50 Tonu’ serisinden nefret eden bir izleyici olarak Dakota Johnson’a sempatim yoktu. Don Johnson ve Melanie Griffith’in kızı, Tippi Hedren’in torunu 32 yaşındaki oyuncu belki de kariyerinin ilk başarılı kompozisyonunu ‘Karanlık Kız’da çiziyor.
İrlandalı şarkıcı ve oyuncu Jessie Buckley Leda’nın gençliğinde inandırıcı bir performans çıkarıyor. Kocaman sakalıyla tanımakta zorlandığım Peter Sarsgaard akademisyen Hardy’de, eski tüfeklerden Ed Harris Lyle rolünde bilinen rahat ve etkileyici oyunlarıyla katkıda bulunuyorlar.
Filmde Ed Harris’in canlandırdığı Lyle, Kanadalı müzisyen, şarkı sözü yazarı Leonard Cohen gibi Hydra adasını yaşanacak yer olarak seçtiğini söylüyor. Leonard Cohen 1960’larda Hydra’da tanışıp evlendiği Marianne için ‘So Long Marianne’ şarkısını yazmıştı.
Maggie Gyllenhaal, Elena Ferrante’nin kitabını okuduğunda yalnız annelik konusunda değil, kitabın aynı zamanda dünyadaki kadınsı bir deneyim hakkında da her türlü konuda dürüst olduğunu hissettiğini söylüyor. Filmin geriye dönüş sahneleri, izleyicilere karakterin ebeveynlikle olan ilk mücadeleleri hakkında bir ipucu sunuyor ve karakterine belirli bir derinlik katıyor.
Yazıyı Gyllenhaal ile bitirecek olursak, ‘Crazy Heart’ (2005) ile Oscar’a aday gösterilen aktrisin filmografisinde Christopher Nolan’ın ‘The Dark Knight’ (2008), Olivier Assayas’ın ‘Paris Je T’aime’ (2006), ‘Sekreter’ (2002) ve ‘Nanny McPhee’ (2010) gibi parlak yapıtlar olduğunu söyleyelim. Maggie Gyllenhaal, temmuz ayında yapılan 74. Cannes Film Festivalinde Spike Lee başkanlığındaki jüride yer almıştı.