Karanlıkta ışık söndürmek: Dostoyevski

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
12 Ocak 2022 Çarşamba

İlk önce İnsancıklar’ı, sonra Stepançikova Köyü’nü okudum. Hiç bana göre kitaplar değillerdi. Pek bir tat alamadım. Sonra Yeraltından Notlar geldi. Biraz daha lezzetliydi. Gizli bir gerilimi vardı. Beklenmedik yerlere fırlamaya hazır bir yay romanın içi sıra gezinip duruyordu ama, hayır, o yayın boşalmasını yazar okura bırakıyordu. Kumarbaz gerilimin dozunu biraz daha artırsa da beklenen güçten yoksundu. Bir completist’ olduğumdan diğer kitaplarına yönelmek üzereydim ki, araya başka yapıtlar girdi. Hiç unutmam Dostoyevski’nin büyük romanlarını feda etmeme yol açan kitap Kırmızı ve Siyah’tı ve kana kana okumuştum o müthiş romanı.

Sonra bir gün... Üniversite ‘terör ve anarşi’ nedeniyle süresiz olarak kapanmış, Ankara akıl almaz bir kara kışın pençesinde, gök simsiyah, linyit dumanı genzimizi ve gözlerimizi acımasızca yakıyor. Her şey karanlık. Hiçbir umut ışığı yok. Ben küçücük bir odada kitap üstüne kitap deviriyorum. Kar ve buz diz boyu. Geceleri soğuktan sokaklarda çok sevdiğim yürüyüşleri yapamıyorum ama Fransız Kültür’deki filmleri, battaniyelere sarılıp izlemek pahasına, kaçırmıyorum. Filmlerin bittiği saatlerde sokaklarda kelimenin her anlamında in ve cin top oynuyor. Her sabah gazetelerde bir önceki gün on kişinin ‘anarşi ve terör nedeniyle’ öldüğünü okuyoruz. Sokaklar bölünmüş. Mahalleler ayrılmış. Toplum iki parça.

Bir gün o arka odada henüz keşfettiğim Attila İlhan’ı okuyorum. Onun derinliği karşısında hayretler içindeyim. Hiç öyle bir yazar yok Türkiye’de. O kadar aykırı, farklı ve iddialı. İlhan’ın henüz ‘düşünce adamı’ olmadığı sıralarda yazdığı, çoğu Varlık dergisinde yayınlanmış yazılardan mürekkep, yarı edebi Hangi Sol kitabını elime almışım. Küçük, mütevazı ama tabanca gibi bir kitap. Türkiye’de kimsenin bilmediği şeyleri söylüyor, isimleri tartışıyor.

Kitap beni sol yorumları bakımından sarsmasına sarsıyor da içinde Rusya’yla ilgili bir bölüm var. Aslında iki bölüm. Birincisi, ‘Neçayef’ başlığını taşıyan kesim, doğrudan Dostoyevski’yi ve Cinler romanını anlatıyor ama nasıl bir lezzetle. Ben de zevkini çıkararak okuyorum. Şu an gibi aklımda her şey. Karanlık bir gece ve ardından gelen ‘Stavrogin’ bölümüne giriyorum. Yazı “Rusya ama hangisi?” diye başlıyor ve bir buçuk sayfa boyunca her birisi ayrı ayrı okurun canını alan cümlelerle bir Rusya tanımlıyor ki, akla ziyan bir şey. Kitabı soluk soluğa bitiriyorum, zaten küçük bir bölüm bu, hemen kütüphaneye koşup, hayır Ecinniler’i değil, Suç ve Ceza’yı elime geçiriyorum. Artık insanı uyku tutar mı?

Kitabı ertesi gün sadece Sakarya Caddesindeki Bilgi Kitapevine gidip Ecinniler’i satın almak için elimden bıraktığımda artık kopkoyu bir Dostocu olmuştum. Ondan sonra peş peşe diğer iki büyük romanını da (Karamazof Kardeşler ve Budala) okuyup bitirdim. O gün bugündür okuyorum. Hatta çok yakın bir zamana kadar her yıl bir yapıtını okumayı da itiyat edinmiştim ama son yıllarda bıraktım. (Bu olaydan yaklaşık bir hafta, on gün sonra da Attila İlhan’la tanışmış, otuz yıl boyunca tüketemediğimiz sohbete başlamıştık. Attila Abi, bütün ısrarlarıma rağmen Hangi Sol’un ikinci ve sonraki baskısına bahsettiğim bölümü almadı. Yıllar sonra Hangi Edebiyat’a taşıdı. Onun tabiriyle ‘meraklısı’ oradan okuyabilir.)

Bunları Hürriyet gazetesinde İlber Ortaylı Hoca’nın Dostoyevski başlıklı yazısını okuyunca anımsadım (9 Ocak 2022). Aslında bu yazıyı geçen yıl Kasım ayında yazacaktım. Çünkü 11 Kasım 2021, 1821’de doğan Fyodor Mikhailoviç’in 200. yaş günüydü. Üstelik tam da o günlerde Dosto Baba hakkında bir ders anlatmış, onu elbette Tolstoy’la mukayese etmiş, ‘hepimiz onun Palto’sundan çıktık’ dediği Gogol’le birlikte ele almıştım. Yazı kaldı. Daha fazla geciktirmek istemedim, ayıp olacağını düşündüm.

***

Şurası bir gerçek ki, yaşadığı günlerin Dostoyevski’si meseleleri, tartışmaları, ihtiyaçları ve maksatlarıyla bugün ele aldığımız, anladığımız ve kendisine verdiğimiz muhkem yerle belirlenmiş kişiden çok farklıydı. 19. yüzyıl başının getirdiği iki büyük çalkantı bu şaşırtıcı özellikleri olan yazarı derinden etkilemişti. Bunlar evvela Batılılaşmanın Rusya’dan içeri kapıyı kırarak girmesiydi. Düşünün ki, Turgenyev’in Fransızcası Rusçasından iyi ve ileriydi. Bütün Rusya cezbeye tutulmuşçasına Fransız kültürünü benimsemiş, Batılılaşmayı bir hedef olarak tayin etmişti. Oysa toplumsal ve ekonomik yapısı Batı’nın Orta Çağından bile farklıydı.

İkincisi, Dosto’nun doğumundan kırk yıl sonra yayınlanan Babalar ve Oğullar’da anlatılacak olan Pozitivizmin Rus toplumunu bir kere daha altüst etmesiydi. Pozitivizm, Ecinniler’de üstelik de sert mi sert şekilde işlenen nihilizme açılıyordu. Bu olgu Dostoyevski için kabul edilemez bir duruma işaret ediyordu. Zihnindeki Rusya bu değildi. Gençliğinde ‘devrimci’ hareketlere temayül göstermişti ama şimdi daha farklı bir düşüncedeydi.

Dostoyevski’nin üçüncü özelliği tam da bu noktada biçimlendi. Nasıl bizde Namık Kemal, “Batı’da olan her şey bizde de var, yeter ki, bunu bilelim ve o değerleri kullanalım” diye düpedüz Osmanlıcı ve İslamcı bir çizgide idiyse (ki, biz onu çok uzun dönemler boyunca başka bir anlayışla benimsedik: ‘vatan ve hürriyet şairi’) Dostoyevski de Batı karşısında, yeni düşünceler önünde açık şekilde Slavofil bir tutum takınıyor, Rusya’nın klasik köylülük ve Hristiyanlık üstünden gelen (tabii, Ortodoks olmasının yarattığı farklılığı da benimseyen) bir seçeneği zorluyordu. Bize Batı Çıkmazı ve Batı Batı Dedikleri adlarıyla çevrilen yapıtlarında bu görüşlerini serdeder. (İsteyenler, Bruce Ward’in Dostoyevski’nin Batı Eleştirisi isimli kitabına da bakabilir). Kısacası alabildiğine muhafazakâr, bir açıdan bakılırsa ‘fanatik’ denecek bir kişi var önümüzde.

***

O Dostoyevski’yi bugün anımsamıyoruz.

Bugün Dostoyevski bizim için, evet Hıristiyanlık düşüncesinden yoğun şekilde etkilenmiş bir Varoluşçuluğu kuşatır ama, onun da ötesine geçer ve insan denen bu garip, çapraşık, çelişik yaratığın bilincindeki en karanlık noktaları sorgular. Çözüm önerdiğini söyleyemem. Bütün büyük tragedya yazarları gibi sorunu çok dramatik bir çerçeve içinde sergilemekle yetinir. Gerisini insanlık düşünecektir. Bu bakımdan, Dostoyevski, Batıda, Varoluşçuluğun her defasında yeniden keşfettiği bir yazardır fakat, benim için, ondan da öteye geçer ve Yunan tragedyalarından Shakespeare’e uzanan çizginin son halkası olur. (Masamın üstünde duran iki yazar heykelciğinden biri Shakespeare’indir, diğeri Dosto’nundu. Petersburg’daki evini ziyaretimde almıştım. Sonra bir öğrencimi ikna ettim. Bütün bir dönem dört büyük romanını okudu. (Bende böyle işler vardır ve gerçek hocalığın da böyle olabileceği görüşündeyim. Her hafta onu konuştuk ve tartıştık. Dört yapıtı bitirdiğinde ona hediye edeceğimi söylemiştim. Kendisine verdim.)

Büyük 19. yüzyıl romanı bugün yazılmıyor artık. Dostoyevski kadar kapsamlı, toplum-birey çelişkisine dayalı, ikisini de makro planlarda kucaklayan bir roman anlayışını savunuyorsak da verimini bulamıyoruz. Gene de Dostoyevski insanı keşfetmenin gerektiği her noktada kendisi keşfedilecek bir büyük kıta gibi duruyor.

Günün birinde, sonradan hem kendisini tanıdığım hem çok güzel başka kitaplarını okuduğum George Steiner’ın Tolstoy mu Dostoyevski mi isimli kitabını okudum. (Bu tartışma bitmez. Bir de Weber mi Marx mı tartışması vardır. Cevabım bellidir: Dosto ve Marx!) Daha o zaman karar vermiştim. Hiç tartışmaya yer bırakmayacak şekilde, elbette Tolstoy, Dosto Babadan çok daha ‘gerçek’ bir romancıdır. Kusursuzdur, mükemmeldir, her şey inceden inceye planlanmış, ölçülüp biçilmiştir. Sonuna kadar bir cogito, bir ratio yazarıdır Tolstoy. Harp ve Sulh’te kısmen, ama Diriliş’te (aslında Ölümden Sonra Diriliş demek gerekir) o da insanın metafizik derinliklerine saldırır. Çok önemli şeyler de söyler.

Dosto ise onunla mukayese edilemeyecek kertede zayıf, çelişkilerle, kusurlarla, aksamalarla dolu bir romancıdır. Karmakarışık kütüphanemde düzenli tek bölüm olan Dostoyevski kesiminde duran, iki koca cilt halinde yayınlanmış, Karamazof’ları yazarken tuttuğu not defterlerine bakıyorum zaman zaman. Onca ayrıntılı çalışmayı herhalde çok az yazar yapmıştır. Gene de yapıt kusurlarla doludur. Çünkü, onun en büyük özelliği yanlış, eksik, kusurlu olanla bütünleşmesidir. Tüm sırrı buradadır. Bu sırra ermek için, Basel Sanat Müzesinde bulunan Holbein’ın İsa resmi karşısında sara nöbeti geçirdiğini ve hemen akabinde romanını yazmaya başladığını düşünmek yeter. Tolstoy karanlıkta ışık yakar. Dosto yakılabilecek ışığı da söndürür. Aralarındaki fark budur.

Dostoyevski 20. yüzyılda yaşamış bir İsa’ydı. İdam mangasının önünde, tetik çekilecekken af haberi gelmiş, yeni bir hayata başlamıştı. Sibirya sürgününü yaşamıştı. Sara hastasıydı. İflah etmez bir kumarbazdı. Koyu bir Hristiyan’dı. Hem ‘dramatik’ insanı kendi nefsinde yaşamıştı hem de ‘insanlık durumu’nu tüm ayrıntısıyla kavrayacak dehanın sahibiydi. Geriye kendisi kaldı. 20. yüzyılda onunla mukayese edilecek birçok yazar çıktı. Ben her zaman insanlık durumu yazarlarını, başta Malraux, onun yanına koydum. Gene de 20. yüzyılın ona en çok yakışan yazarının adını vereyim: Beckett!

Cemal Süreya biraz da şairlik ‘havasıyla’ ‘orta okulda Dostoyevski’yi okudum, o günden beri huzursuz bir insanım der’, hayır, öyle birisi değildi ama ne demek istediğini anlıyorum. Ben büyük yapıtlarını üniversitenin ilk sömestrinde okudum.

O günden beri büyük serüvenimi yaşıyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün