Deyimlere bayılırım. Öyle ki annemle her telefon konuşmamızda bir deyim kullanmasam olmaz. Annemle aramızda, ´boş zamanlarımda deyimler sözlüğü okuduğum´ şakası bile var. Ama bu deyim hakikaten hiç olmadı: Kendi kendine konuşana deli derlermiş. Kim demiş onu? Biz de hiç sorgulamadan her duyduğumuza inanmayalım. Bu deyimi protesto ediyorum. Siz de katılın bana.
Bu yazıda biraz seçim hakkından, biraz kendimizi bulmaktan bahsedeceğiz, bir de ünlü şiire yer vereceğiz… Ama önce bir hikayeyle başlıyoruz.
İşteki gerginlikten nerelere geldim
Aşağı yukarı üç sene önce, şirket evlendirme danışmanlığı işimdeki sıradan günlerden biriydi. Biriyle gergin bir konuşma geçti aramızda ve bütün gün kendimi kötü hissettim. Akşam eve geldiğimde hâlâ canım sıkkındı. Sabah uyandım; içim hâlâ sıkkındı. Normalde böyle zamanlarda arkadaşlarımı ararım, içimi dökerim, belki fikirlerini alırım. Ama bu sefer neyi anlatacağımı bile bilemiyordum, canımı ne sıkmıştı ki? Sıradan bir iş gününde her zamanki gergin konuşmalardan biriydi. Anlam verememiştim bu sıkıntıma. Sabah işe gitmek için hazırlandıktan sonra oturdum yoga matımın üstüne, bağdaş kurdum, ellerimi dizlerimin üstüne koydum. Başladım kendime soru sormaya:
“Ne oldu?”
“Ne hissediyorum?”
“Ne oldu da böyle hissediyorum”
“Bu olanlar benim için önemli mi?”
Aslında olanlar hiç önemli değildi. Öyle ki, ne konuda konuştuğumuzu bile tam hatırlamıyorum şu an. Ama olanlar değil de benim sonrasında oturmam var ya… İşte orada benim için çok önemli bir şey oldu. Kendimle tanıştım. Evet yalan olmasın, bunu söylemek bana da delice geliyor. Bunlar olurken dünyadaki 25. senemdi ve bana sorsanız kendimi gayet iyi tanıyordum. Ama işler pek öyle değilmiş. Kendimle ilk defa farkındalıkla bir konuşma yapmıştım. Hani o iç ses vardır ya bütün gün konuşur. Bazen dizilerde dışardan konuştururlar onu, güleriz. Hatta Lizzie McGuire filminde kızın iç sesini bir çizgi film karakteri canlandırır. İşte o ses aslında içimizde bütün gün konuşuyor. Bazen “Hadi sen bu işin üstesinden gelirsin” diyen ses, bazen “Sen bu işi hiç beceremiyorsun” diyen ses, bazen de “Zaten hiçbir şeyi beceremezsin” diyen o ses var ya… O her gün, bütün gün, arka planda devam ediyor. Biz onu duymasak da ondan fazlasıyla etkileniyoruz. Hatta onu bir dinleyip söylediklerine katılıp katılmadığımızı düşünüp seçim yapmazsak o içten içe bizi aşağı çekip modumuzu düşürebiliyor. O öyle bir ses ki, çocukluğumuzda bazen anlamlandıramadığımız şeylerden irrasyonel sonuçlar çıkarıyor, bunlara inanıyor ve iyi niyetiyle benzer durumlarda bizi korumak için kimi zaman stres hormonları salgılatan iç ses oluyor. Stres hormonu da zaten fiziksel bir tehlikeden kaçabilmek için kaslarımızı gergin tutup bizi koşmaya hazırlayan hormon. Şu an fiziksel bir tehlikemiz olmasa bile insan doğası işte. İşten biriyle tartışınca arkamda aslan var gibi tepki göstertiyor. Ama o gün ben bilmesem de aslan olmadığını kendime gösterip rahatladım gibi oldu. O matın üzerinde kendime soru sorduğumda ilk defa o sesi fark edip, kabul edip, beni nasıl etkilediğini anlamaya çalıştım. Sonra ne mi oldu? Ondan etkilenip etkilenmemenin aslında benim seçimim olduğunu anladım. İçimin sıkılması için bir neden olmadığını gördüm, kendimi rahatlatabildim. O seçim var ya ne büyük bir mutluluk kaynağı anlatamam!
O ses var ya o ses, ne önemliymiş aslında. Sessizliğiyle kalanlar bilir, aslında onun bir ses değil çok sesli koro olduğunu. Bazen peş peşe gelen farklı seslerden bir kanon, bazen caz gibi karmaşık ve heyecanlı, bazen klasik müzik gibi sakinleştiren, bazen ise sadece tek bir ritim gibi destekleyen veya mutlulukla söylenen bir ıslık olduğunu…
Kendimizi tanımak
Bu olayın yaşandığı gün ilk meditasyon yapışımın üstünden yıllar geçmiş, hatta yoga eğitmenliği kursumda nasıl meditasyon yöneteceğimle ilgili ciddi bilgi aldığım dönemin üstünden bile iki sene geçmişti. Hep de derdim “Meditasyon çok popüler falan ama gerçekten önemli” diye. Ancak yaptığım ve yaptırdığım meditasyon benim için sadece bir odaklanma egzersizi, konsantrasyonu arttırma metoduydu. Meğer neleri kaçırıyormuşum da haberim yokmuş!
Aslında farklı kültürlerde gördüğümüz, doğu kültürlerinde inzivaya çekilip, vipassana adı verilen on güne kadar sessiz kalma, kimseyle konuşmama egzersizlerini uygulamalarının sebebini hiç anlayamamıştım. Belki de o gün anladım.
İnsanın kendi sessizliğinin bir sihri var. Çok klasik olacak ama, her boş kaldığımız saniye elimizin gittiği bir telefon varken, kendimizi oyalamak için sınırsız fırsatımız varken, hatta yoğunluğumuzu bir başarı belgesi gibi taşırken asla sessizliğimize fırsat vermiyoruz ya… İşte o bize çok şey kaybettiriyor. Bunu o gün anladım.
İnsanın kendini tanıması için pek bir fırsatı olmuyor aslında. Çocukları 7 yaş civarı bir okula koyuyoruz, üniversite derken 20 küsur yaşında tarih, kimya, fizik, matematik, felsefe, sanat vs. kendisi dışında birçok konuda bilgili ama kendine dahil hiçbir şey bilmeyen, bilmesi gerektiğinin de farkında olmayan bireyler olarak topluma katıyoruz. Katıyoruz da ne oluyor? Bir işe giriyor, en iyi ihtimalde biraz sevdiği bir işte iyi kötü para kazanıp geçinip gidiyor. Daha kötü ihtimalle hiç sevmediği bir işte bir yerlere gelmek için senelerce didiniyor. Daha kötüsünden hiç bahsetmiyorum bile. Sadece kariyeriyle ilgili de değil ama kariyerden devam edeyim.
Şu anda Oxford Üniversitesi dahil, üç üniversitenin öğrencilerine kariyer koçluğu veriyorum. Ek olarak kariyerine başlamış ama mutlu olmayan iki danışanım var. Hepsinin ortak noktası ne? Kariyerlerinde mutlu olma ihtimalleri olmadığını söyleyerek başladılar seanslara. Bir koç olarak onlara söylemediğim ama haykırmak istediğim bir gerçeği burada paylaşıp rahatlamak istiyorum. Ben kariyerimde çok mutluyum! Neden biliyor musunuz? Çünkü o gün kendimi dinledim. Kendimle konuştum, kendime soru sorabileceğimi gördüm. Aslında küçük bir şey ama ilk defa inançlarımı sorgulayabileceğimi gördüm. O danışanlar da sorgulaya sorgulaya, belki kariyerde mutlu olmanın mümkün olmadığına inandıklarını, ama buna inanmak zorunda olmadıklarını görecekler.
Kendimizi tanımaya zaman ayırmadığımız için neyin bize keyif verdiğini de tam olarak bilemeyip toplumun başarılı olarak gördüğü işlere girip, ne hissetmemiz gerektiğini de etrafa sorup mikrofonu hep başkalarına tutuyoruz. Yahu alın o mikrofonu. Hayatınızın başrol oyuncusu sizsiniz. Başkalarının hep bir fikirleri olacak. Ama iki fikir birbirini tutmayacak. Biz de başkaları ne der diye diye kendi sesimizi iyice kıstığımız hayatlar yaşayacağız. Yok ya! Buna burada hep beraber dur diyelim istiyorum. Bencil olalım demiyorum, başkaları yerine kendinizi düşünün hiç demiyorum. Ama kendinize, kendi sessizliğinize zaman açmazsanız, kim açar diyorum. Kendi değerlerimizi anlamanın peşine düşelim diyorum. Hazine avcıları gibi kendi hazinemizi avlayalım diyorum. Ve öyle oturup meditasyon yapılmalı illa ki bağdaş oturulacak, yoga matı olacak da demiyorum. Sessizliğinize haftada beş dakika zaman açın diyorum. Ben çok faydasını gördüm. Gururla söylüyorum, o delilerden biri de benim, kendimle konuşuyorum ve bundan mutluluk duyuyorum. (Aman kimseye söylemeyin ama o da konuşuyor, fark etmese de iç sesi konuşuyor, yazık bari dinlese de neyin ona nasıl hissettirdiğini anlasa, neye inanacağını seçme şansı olsa. Şşşş sakın çaktırmayın!)
Yazımı bitirirken, kendi iç sesimize göndermemizi istediğim Nazım Hikmet’in güzel şiirinden birkaç satır almak istiyorum.
Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan birşeyler oymalıyım yine:
bir çekmece bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…