Çılgın bir devinimdir yaşamak…

Yazar Raşel Rakella Asal, Virginia Woolf´tan Nezihe Meriç´e, Marcel Proust´an John Banville´e, Maurice Halbwachs´tan Monika Maron´a ve daha birçok tanınmış ismin romanları üzerinden okuru eşsiz bir edebiyat-sanat yolculuğuna davet ediyor. Doğan Kitap´tan çıkan son eseri ´Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak´ta, dünyaca ünlü romanları konu ve kavramlar üzerinden karşılaştıran Asal, derin edebi değerlendirmeleriyle okuyucunun ufkunu açıyor.

TUNA SAYLAĞ Söyleşi
26 Ocak 2022 Çarşamba

Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak’ı bitirdiğimde mutlaka okumam gereken daha çok roman olduğunu anladım. Kitaptaki edebi metinler, yazarın ayrıntılı tahlilleri, bir eseri okurken nelere odaklanmam ve hangi ayrıntıları fark etmem konusunda bana rehber oldu. Sevgili Raşel Rakella Asal ile keyifli bir sohbeti paylaşmaktan mutluluk duydum.

Kitabınız, çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanan yazılarınızdan oluşuyor. Bu yazıların arasından hangi kritere göre seçim yaptınız?

Okuma eyleminden yazma eylemine geçmek kuşkusuz bir esinlenme ile başlıyor. ‘Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak’, edebiyat yolculuğum sırasında beni yazmaya yönelten edebiyat eserlerinden etkilendiğim yazılarımdan oluşuyor. Yazmak zihinsel bir olaydır ama yazmadan önce etkileşim ön plana çıkıyor. Bir eseri okumak bu yazıların ilk adımı oluyor. Ve bir yazarla derin bir ruhsal ilişki kurmaya yönelmiş buluyorum kendimi. ‘Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak’ diyebilirim ki, ele aldığım eserle, o yazarla bir sevgi bağının diyalektiğidir.

‘New Boy-Tracy Chevalier’ başlıklı yazınızda “Yazmak yeniden yazmaktır” diyorsunuz; bu cümle ile yazarların birbirlerinin eserlerinden esinlendiğini mi söylemeye çalışıyorsunuz? Tamamen özgün yazmak mümkün değil midir?

Tüm sanat dalları gibi edebiyat da çağın gerçeklikle kurduğu ilişki doğrultusunda yenilenir, gelişir. Her çağda Shakespeare uyarlamaları yapılmıştır. Ekim 2015’te Hogarth Press, ‘Shakespeare Project’ adı altında, Shakespeare’in 400 sene önce yazdığı tragedya, komedi, tarihsel oyun türündeki zamana yenilmeyen metinlerini, çağdaş yazarların kalemiyle güncel romanlara dönüştürme projesi başlattı. Bu proje çerçevesinde ‘Othello’yu yazma teklifi, Tracy Chevalier’e götürülüyor. Ve böylece yazma yolculuğuna başlamış oluyor. O, bu eseri kaleme alırken, tiyatro eserinin olay örgüsünü koruyor; kolay okunan, gündelik bir dille yazılmış, sürükleyici bir roman çıkıyor ortaya.

Alttaki Shakespeare’in ‘Othello’ metni, yüzeydeki Tracy Chavelier’nin ‘New Boy’ metninin içinde yer almış, ortaya yepyeni, palemsest bir başka metin çıkmıştır. Tracy Chevallier’in Othello’su artık Othello vasfı taşımayan bir Othello olarak başka bir zamanın içindedir. Şimdi bir noktaya daha bakalım. Acaba Shakespeare’e Othello metnini yazdıran hangi kaynaktır? Shakespeare’in Othello’su ilk kez l600’de sarayda oynanır. Shakespeare’e kaynaklık eden ana metin, Giovanni Battista Giraldi Cinthio'nun, yüz masalın bir araya gelmesinden oluşan Boccacio'nun Decameron tarzındaki bir eseri olan ‘Gli Hecatommithi'daki (1565) ‘Un CapitanoMoro’ masalıdır. Bu masalın kaynağı, 1508 yılında Venedik'te yaşanmış bir olay olduğu düşünülmektedir. Bir başka görüş de bu masalın Binbir Gece Masalları’ndaki ‘Üç elma’ hikâyesinde betimlenen bir olayla arasında benzerlik olduğu fikrindedir. Ama kaynağı ne olursa olsun, Shakespeare kaynak metnin üzerinde gerekli değişiklikleri yapmış, zamanında çok önemsenmeyen bir İtalyan öyküsünü bir başyapıta dönüştürmüştür. Öyleyse yazmak hep yeniden-yazmaktır.

Nasıl bir okuma ve yazma disiplininiz var?

Edebiyat yolculuğum bana edebiyatın dönüştürücü gücünü gösterdiğini söyleyebilirim. Edebiyat okumalarım bana yeni bakış açıları kazandırdı. Var olduğumu, dünyada olduğumu görmeme yardım etti. Farkında olduğum şeyleri edebiyat gösterdi bana. Edebiyatın gerçekliği, beni dünyanın gerçekliğini uyanık bir ilgiyle izlemeye yöneltti.

Edebiyat yolculuğuma başladığım günden beri yaşamım bir klişe ve sıradan bir yineleme olmaktan uzaklaştı, ama aynı zamanda da yaşama da ilişkin bir mesele olduğu için yaşamla daha sıkı bir bağ kurmamı sağladı. Yazmak bir disiplin, bir yoğunlaşmadır; yazmak, her gün içinde debelendiğim, kendimi sorguladığım sınırsız, sonsuzluğa uzanan bir dolambaçlı yol oldu.

Yazılarınızda, metin ve yazarların arasında karşılaştırma yaparken farklı disiplinlerden (felsefe, sanat vs) faydalanıyorsunuz. Bu analiz şeklinizden biraz söz eder misiniz?

Doyurucu bir sanat tanımı yok. Bir yapıt kendi değilse, ender bir varlık olamıyorsa kötüdür. Bir yapıtın önemi, onun güzelliği değil, yerine yenisinin getirilemeyeceğidir. Her yazar, bu ilke doğrultusunda yazılarını ele alır.  Her yapıt örülmüş bir bütündür. Ben inceleme yazılarımda kendime sanatın farklı dalları ile ilişki kurarak edebiyat eserlerini ele almaya çalışıyorum. Çağımızda disiplinler arasındaki ayrımlar ortadan kalktı.  Böylece yaratıcılıkta sonsuz özgür bir sürece girildi. Geleneksel estetik ölçütleri rededildi, izleyici-sanatçı-sanat yapıtı arasındaki sınırlar ortadan kalktı. Her türlü sınırlayıcı yaklaşım ve tabudan sıyrılan çağımız sanatı, çok katmanlı yapısı ile sanatçıya kendini ifade edebilecek alanı, disiplini, malzemeyi özgürce belirleyebilme olanağı sağlamış oldu.

Yazar-ressam John Banville’den söz ettiğiniz yazınızda, “Yaş bilgelikten çok, karmaşa getiriyor” cümlesi dikkatimi çekti. Burada ne anlatmaya çalıştınız?

Yazar olarak John Banville, Mavi Guitar’ romanında, ilk yazarlık yıllarındaki acemiliklerinden açıkça söz ediyor. İlk zamanlar cümle cümle çalışırmış, doğru cümleyi kurduktan sonra bir sonraki cümleye geçermiş. Nasılsa öykünün bir şekilde ortaya çıkacağını düşünürmüş. Yıllar geçtikçe, deneyim kazandıkça görmüş ki, yaş bilgelikten çok karmaşa getiriyor. Şimdi içgüdülerine daha çok önem veriyor ve kendini dizginlememeyi öğrendiğini söylüyor.

John Banville’in bir takıntısı var: Geçmiş… ‘Geçmiş’e olan ilgisi konusunda eleştirmenler onu Marcel Proust’a yakınlaştırıyor. Her iki yazarda ‘zaman’, nice anın yan yana gelmesiyle oluşan bir kavram olarak ele alınır. Bu romanda John Banville insanın yaş almasıyla geçirdiği değişimi vurgularken zaman felsefesinin edebiyat içindeki yerinin altını çizmiş oluyor.

‘Marcel Proust yaşamımızda nasıl yer alır?’ yazınızda sizce Proust mu Sainte-Beuve mü haklı?

Sainte-Beuve, Fransız düşünce ortamını etkilemiş tanınmış aydınların yaşamlarını ve karakterlerini belgelemiş ünlü bir eleştirmendir. Bir yapıtı ele alırken yazarı eserinden ayrı tutmanın olanaksız olduğunu savunur. Ona göre bir yazarın din hakkında ne düşündüğü, doğa manzaralarının onu nasıl etkilediği, kadınlara nasıl davrandığı, parayla ilişkisinin ne olduğu, erdemli olup olmadığı, zayıf yönlerinin ne olduğu, zengin mi, fakir mi olduğu, günlük yaşamını nasıl sürdürdüğü, her gün neleri yiyip, neleri yaptığı bilinmezse eserini irdelemek olanaksızdır. Proust’un karşı olduğu, Sainte-Beuve’ün savunduğu bu tezdir. Yaratıcı duyarlılığın zenginliği ve karmaşıklığının bir yazarın yaşam öyküsü ile değerlendirilemeyeceğini ileri sürerek, sanatçıyı dar ve alışılmış kalıplar içine sıkıştırmaya karşıdır. Çağımızın eleştirisi, bir eseri yazarından bağımsız incelemeye yönelmiş, bu yönüyle Sainte-Beuve’un tezini çürütmüştür. 

20. yüzyıl edebiyatı en çok neyin üzerinde yoğunlaşmıştır sizce?

20. yüzyılın başında yaşanılan toplumsal değişimler, teknolojik gelişmeler ve savaşlar insanı hiç ummadığı bir dünyayla karşı karşıya getirdi.  Böylesi bir dünyaya hazırlıksız yakalanan insan, kendi kaderiyle baş başa bırakılmıştı. İçine düştüğü dünyanın karşısındaki çaresizliği ile insan, kurtuluşu iç dünyasına kapanmak ve ilkel olana yönelmekte görmüştü.  Bu dönemin yazarları acıyı, umutsuzluğu kendi içlerinde duyumsarlarken bu duygularını eserlerine de yansıttılar. Geleneksel değerlere karşıydılar. Birbiri ardına patlak veren sanat akımlarının ortak özelliğini ise birey ve başkaldırı olarak özetleyebiliriz. Toplumun birçok değerini sorgularken, eleştirirken bireyi ve toplumu yeniden tanımlamaya çalışır. Yaratılan eserlerde yazarın modernizme ve toplumsal olaylara duyduğu nefretin yansımalarını, çaresizliğini görürüz. Bu aynı zamanda bir kaçış edebiyatıdır da. Saf ve ilkel olana eğilim, bireyin iç dünyasına dönüş, fantezi, tarihin yeniden okunması, üslupta yeni arayışlar, dilin çarpıtılması, imgelerin daha da soyutlaştırılması gibi edebi ifadelerle klasik edebi üslup da terk edilir ve yeni arayışlara yönelir.

İnsanın, zaman–bellek ve mekânla iletişimi hakkında neler söylersiniz?

Bir edebi eserde, zaman ve mekân birbirini tamamlayan ve birbirinden bağımsız düşünülemeyecek iki kavramdır. Anlatı, birbirleriyle ilişkili olay dizilerinden oluştuğundan, zorunlu olarak belirli bir zaman ve mekânda gerçekleşen olayları temsil eder. Anlatılar zamana yayılarak ilerlerken, anlatıdaki karakterlerin içinde yaşadıkları mekânlar ise olayların içinde gerçekleştiği yer olarak önem kazanır. Anlatı zamanında saat zamanındaki gibi kesin ve net süreler yoktur.

20. yüzyıl, duyum-duygu-düşünce-içgüdünün yani insan bilincinin nasıl karmaşık bir örgü olduğu ve bir bilim sorusu olarak irdelendiği bir yüzyıldır. Edebiyatta bu konuda Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’ eseri çığır açıcı olur. 

Çağdaş Türk edebiyatı konusunda ne düşünüyorsunuz; hangi yazarları okuyorsunuz daha çok?

20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde roman ve yazar kadar okurun da değiştiği görülür. Yeni okur, eski okura oranla hem daha donanımlı hem de daha fazla sorumluluk sahibi olmalıdır. Yazar eskiden olduğu gibi metni bir bütünlük içinde okura sunmamış, okuru yoracak, bir maceraya sürükleyecek anlam boşlukları üretmeye, açık uçlu metinler yazmaya başlamıştır. Öyküleriyle Türk öykücülüğüne yeni bir soluk getiren Bilge Karasu ve Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının kendine özgü üslubu ile dikkat çeken yazarlarından Sevim Burak Türk edebiyatında örneği az bulunan eserler verdiler. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Ferit Edgü, Sait Faik, Osman Şahin, Erdal Öz, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Pınar Kür, Adalet Ağaoğlu, Tezer Özlü, Fürüzan ve Latife Tekin gibi yazarlar çağdaş Türk edebiyatına yeni bir soluk getirmiş yazarlardır.

Günümüz edebiyatında türler arası sınırlar giderek siliniyor. Şiirin dili, öykünün ve romanın içine sızıyor, onu bir anlamda estetize ediyor, öyküsel anlatımı içinde taşıyan şiirler seviliyor. Sanat var oldukça, sanatçı tüm olanaklarını kendi öz üslubunu yaratmak için kullanmaktan çekinmeyecektir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün