İlk romanı ´Işık Ülkesinden´ ile 2019 Yunus Nadi Roman Ödülü´nü kazanan gazeteci yazar Zeynep Göğüş´ün Zeytin Kuşu´ndan sonra yazdığı ´Yok Çünkü Telafisi´ kitabı da Everest Yayınları etiketiyle kısa bir süre önce okuyucuyla buluştu. Romanlarında kimlik, aidiyet, göç gibi konulara sıklıkla değinen ve hikâyelerine otobiyofrafik öğeler de katan Göğüş, kitapseverleri tarihin farklı dönemlerinde kimi zaman hüzünlü, kimi zaman nostalji ve neşe dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Romanlarında 6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi gibi geçmişin acı dolu sayfalarına da yer veren Göğüş, “Ülkemize rengini kaybettiren hatalarla yüzleşilemedi. Yüzleşme insani bir bakış açısı gerektirir, ideolojilerin gölgesinde yüzleşme olamaz. Yüzleşme, bilgi ve demokrasi düzeyiyle de ilgili bir mesele, çünkü zorba kendini hep haklı görür. Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin, Süryanilerin yuvalarından ayrılıp bu topraklardan gitmelerini başımıza gelmiş büyük bir felaket, ortak kültürümüze indirilmiş bir balta darbesi gibi hissediyorum” açıklamasında bulundu.
2019 yılında ‘Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldığınız ‘Işık Ülkesinden’ romanının ardından ‘Yok Çünkü Telafisi’ ile okuyucuyla buluştunuz. İki kitabınızda da azınlıkların yaşadığı acılara, göçlere, geride bırakılmak zorunda kalınan maddi manevi nice varlığa dair çok ince detaylar var. Özellikle bu konu üzerinde yoğunlaşmanızın bir sebebi nedir?
Kimlik, aidiyet, göç, öteden beri ilgimi çeken meseleler. Geçmişi sorgulamaya başladığımda, “Ben kimim?” sorusunu sorduğumda karşıma dikilen konular bunlar oldu. Ailemde göç yaşanmış olması da etkili olmuştur. Kaybolan değerler ya da varlıklar, hele de yerlerine konulanlardan daha iyi olduğu zaman sorgulamaya başlarsınız ama bir bakarsınız yanınızda sizin gibi düşünen çok fazla insan yok. O yalnızlığı gidermek, boşluğu doldurmak için yazarsınız.
Büyük bir felaket, ortak kültürümüze indirilmiş bir balta darbesi!
Örneğin zengin bir Rum’un terk ettiği bir binanın öğretmenevi, bir kilisenin zeytin deposu yapıldığını okuyoruz satır aralarında. Ülkemizde bunlar yaşandı. Gerek 6-7 Eylül sonrasında, gerek Trakya Olayları’nın ardından insanlar bir daha dönmemek üzere yuvalarından ayrıldı. Sizce günümüzde ülkeye renklerini kaybettiren bu hatalarla yüzleşilebildi mi?
Yüzleşilemedi çünkü bu yönde politik bir irade olmadı. Yüzleşme insani bir bakış açısı gerektirir, ideolojilerin gölgesinde yüzleşme olamaz. Beyni yıkanan yüzleşemez. Utanma duygusu olmayan da yüzleşemez. Yüzleşme, bilgi ve demokrasi düzeyiyle de ilgili bir mesele, çünkü zorba kendini hep haklı görür. Akademisyenlerin ve sanatçıların çabaları farkındalık oluşturmada bir yere kadar etkili. Saydığınız olaylara Aşkale’yi ve 64 Kararnamesi’ni de ekleyerek renklerin yitirildiği görüşünüze katılıyorum. Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin, Süryanilerin yuvalarından ayrılıp bu topraklardan gitmelerini başımıza gelmiş büyük bir felaket, ortak kültürümüze indirilmiş bir balta darbesi gibi hissediyorum.
Tarihi müsamere düzeyinde anlatan dizilerle gençlerin beyni yıkanıyor!
Varlık Vergisi’ni belki yeni nesilden çoğu genç, ‘Kulüp’ gibi kitlelere hitap eden dizilerle yeni yeni duyuyor. Tarihin şu ana dek perde arkasında kalan bu kısmının geniş topluma popüler kültür sayesinde aktarılabiliyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünlere gelene kadar ne gibi diyetler ödendi? Sizce bu tip projelerin altına imza atmak için cesaret mi gerekiyor?
Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından uyarlanan 1999 yapımı Salkım Hanımın Taneleri ile Kulüp arasında kaç film ya da dizi var Varlık Vergisi’nden söz eden? Varsa da ben bilmiyorum. Toplumu dönüştürmede film endüstrisi ve edebiyatın diğer sanat dallarına göre daha etkili olduğunu düşünüyorum. Fakat orada da bir risk var, çünkü 18’inci yüzyıl son çeyreğinden 1950’ye kadar yazılan Türk romanlarında azınlıklar ve Yahudiler söz konusu olduğunda önyargılardan geçilmiyor. Ancak 1950’den sonra öykülere ve romanlara tarihle yüzleşilen anlar girmeye başlıyor. Bugün durum çok daha iyi. Kulüp dizisinin kanıtladığı gibi sinema pek çok disiplini barındırdığı için daha etkili. Ladino’nun kaybolmaya yüz tutması benim için acı verici, büyük bir kültürel kayıp. Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarının yanı sıra Kulüp dizisi sayesinde insanların böyle bir dil olduğunu keşfetmeleri de bence büyük bir katkı, çünkü orada hâlâ kurtarılabilecek bir zenginlik var. Bu tip projelerin altına imza atmak için öncelikle vicdan ve bilgi gerekiyor. Ve elbette projenizi destekleyecek insanlar. Bir yandan Kulüp’ü seyrediyoruz ama diğer yandan da Türkiye tarihini müsamere düzeyinde anlatan dizilerle gençlerin beyni yıkanıyor. Çocukluğumda tarihi çizgi romanlar vardı, onlar bile daha iyiydi.
Aslında ‘Işık Ülkesinden’ romanınızda Abdülhamit’in tıraş sehpasının Letafet’e harem ağası Nadir tarafından hediye edildiğinden bahsederek ikinci kitabınızın sinyalini vermişsiniz. Zihninizde bu sehpayı Belçika’da bir bitpazarına götüren kurgu nasıl gerçekleşti? ‘Yok Çünkü Telafisi’ni yazmaya o anda karar vermiş miydiniz?
Tam olarak öyle olmadı, çünkü araya doğaya yapılan eziyete başkaldırı duygusuyla yazdığım ikinci romanım Zeytin Kuşu girdi. ‘Yok Çünkü Telafisi’ için yola çıkarken kahramanımın bitpazarında bulduğu bir nesnenin peşine düşeceğini biliyordum. Geçmiş hayatın izlerini bir eşya üzerinden sürmek fikri etrafında dolanırken aklıma ‘Işık Ülkesinden’deki Abdülhamit’in sehpası geldi ve macera başladı. Başlıca meselem tarihin aktarılmasındaki tahrifattı. Sadece resmi tarih değil, aile tarihleri de buna dâhil.
Her taşınma travma içeren bir göçtür
‘Yok Çünkü Telafisi’nin başında ‘Eşya beni çağırmış, bağ çoktan kurulmuştu’ cümlesi geçiyor. İnsanların eşyalarla, mekânlarla kurdukları bağların hayatlarına psikolojik olarak nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Sizin de sorduğunuz gibi insanlar göç ederken eşyalara ne oluyor?
Bazılarımız aile eşyalarıyla bağ kurmaz ya da kuramaz, yeni bir hayat ister, eskiyi hatırlatan nesnelerden kaçar. Tersi ise o eşyaları kullanmış olan insanlarla ve anılarla irtibatı sürdürmek anlamına geliyor. Fakat asıl önemlisi, geleceği inşa ederken yapıtaşı işlevini görüyor o eşyalar. Anneannemin yemek masasını kullanmak beni mutlu kılıyor, eşya kuşaklar arası köprü kuruyor. Bazen ufak bir ayna, bir kolye, bir cep saati, bir dolmakalem de benzer duyguları yaşatabilir. Kayıp mekânlar ise eşyalardan daha önemli. Çocukluk eviniz en birinci hafıza mekânınız. Her taşınma, şehrin içinde bir mahalleden diğerine de olsa bile olsa travma içeren bir göçtür aslında. Nazi Almanya’sından canını kurtaran bir yazar, Jean Amery, “Yurt değiştirilemez bir şeydir, yeni vatan diye bir şey yoktur” diyor. Çünkü yurt, çocukluğun, gençliğin ülkesi. Oradan çıkınca yeni bir ülkeye yerleşirsiniz de, hep kaybınızla yaşarsınız.
Kitapta Oğuz Göker karakteri, gazeteci Murat Bora’ya hayatını kaleme aldırıp tarihi çarpıttığı esnada kızı Handan devreye girerek oyunu bozuyor. Sizce eğitim sisteminde sunulan kalıplaşmış tarih kitaplarında öğretilen kimi zaman çarpıtılmış bilgilerden yeni jenerasyon kendini nasıl sıyırabilir?
Önce o kitaplar değişmeli. Yeni kuşaklar çapraz okuma yaparak ilerleseler keşke. Bir konuyu destekleyeni de okumalı, karşı çıkanı da. Sonra düşünür, kendi kararını verirsin. Eğitim sisteminin böyle çocuklar yetiştirmediğini bilsem de umudumu kaybetmiyorum, çünkü dijital dünyada gençlerin beslenme kaynakları çok çeşitlendi. Her zaman kafa çelen, acaba dedirten bir şey çıkacaktır karşılarına.
Nazi zulmünden kaçıp ülkesini değiştiren yazarların kitaplarını okudum
Bu hikâyelerden ne kadarı sizin gerçek hayatınızdan anekdotlar barındırıyor? Ciddi bir tarih bilgisi gerektiren bu romanlar için ön hazırlık olarak neler yaptınız? Gazeteci Murat Bora karakteriyle sizin hayatınız çok benziyor, gazetecilik, Belçika, AB üzerine çalışmalar. Kendinizi mi anlattınız?
Otobiyografik öge taşımayan roman azdır sanırım. Okur, Murat Bora’nın ben olduğuma karar vermişse yapacağım bir şey yok. Romanda kendimi anlatmadım, fakat sadece Murat Bora’ya değil, diğer karakterlere de kendimden bir şeyler kattım. Yarattığı her karakter yazardan izler taşır. Tarih öteden beri ilgi alanım. Gazeteciliği bıraktıktan sonra edebiyat işim oldu, günde en az sekiz dokuz saatim okumakla, yazmakla, notlar almakla geçiyor. Bu son roman için Abdülhamit’le ilgili onlarca kitap karıştırdım. Takıldığım yerlerden biri de Abdülhamit’in ana dili sayılan Ubıh dilinin bugün yeryüzünden silinmiş olması. Bazen romandaki iki üç satır için üç yüz sayfa okumuş olmanız gerekir. Nazi zulmünden kaçıp ülke değiştiren yazarların kitaplarını da okudum. Baudelaire belki bir satırda geçiyor ama onun kitaplarını, hayatını ve hakkında yazılanları okumak yazmanın keyifli tarafıydı. Okumak ve yazmak benim için el ele yürüyen iki eylem.
Karakterlerinizin toplumun dindarlar ve laikler olarak ikiye bölündüğünden bahsettiği bir bölüm var, sizce günümüz Türkiye’si bu ayrımdan nasibini almış mı?
Hem de nasıl. Ve sadece dindar laik bölünmesiyle de kalmıyor. Alevi Sünni, Kürt Türk, kadın erkek gibi bölünme eksenlerini aşabilmiş değil Türk toplumu. Yazar da o toplumun bir parçası diye hoş göremeyiz, çünkü bunları aşamazsa iyi bir yazar değildir. Yazar görüş empoze edemez; suçlamadan, öfkelenmeden, kinlenmeden, sadece göstererek ve okurun ruh dünyasına dokunarak bu ayrışmalardan çıkış yolu olabileceğini hissettirebilir.
Mahalle baskısı çok sinsi; siyaset, tektipleşmeyi refleks haline getirmiş!
Kitabınızda Nazi zulmünden kurtarılan Ester karakterine bir ‘kuğu’ benzetmesini atfetmişsiniz. Ester sizin için hangi duyguları ifade ediyor? Ester kendi dilinde konuşamıyor. Bu mahalle baskısı ve tektipleştirme artık bitti mi?
Kuğu gölünün sonu gibi, Ester öldü. Yeniden hayata döndüğünde o artık farklı bir dilde konuşan başka biri. Annemlerin kuşağında Ester’e benzer kimlik baskısı altında olan kadınlar tanıdım. Mahalle baskısı, romanda en çok bu karakter üzerinden devreye giriyor. Mahalle baskısı bazen çok sinsidir ve hepimizin üzerinde farklı derecelerde etkisi vardır. Toplum ve siyaset tektipleşmeyi refleks haline getirmiş. Oysa bizim ihtiyacımız demokrasi ve çok seslilik, herkesin aynı zeminde buluşması değil. Farklı olanla birlikte yaşamak, yaratıcılığı besler, keşfetmeye kapı açar. Tektipleşme ise yaratıcı enerjiyi öldürür.
Yeni romanlarınız için çalışmalar başladı mı?
Evet, Ankara’da geçen yeni romanın ilk kırk sayfasını yazdım. Başlarken önümde temel bir soru vardı: Biz bu hale nasıl ve neden geldik? Nerede hata yaptık? Son bir yıldır romanıyla, tarihiyle, mekânlarıyla ve konuşulmayan geçmişiyle Ankara okumaları yapıyorum. Mesela Beki L. Bahar’ın ‘Efsaneden Tarihe Ankara Yahudileri’ iyi bir kitap. Beki Hanım’ın kızı Rezzan Ankara Koleji’nden dönem arkadaşım. Ne güzel bir tesadüf değil mi?