Kültürsever olmanın çok ötesinde, kendisini kültüre vakfetmiş bazı eş-dost, ortak sosyal zeminlerde yazışırken baktım, geçenlerde, James Joyce´un ´dünyanın en zor zor romanlarından biri´ diye bilinen yapıtı Ulysses´in 100. yılını hatırlamış, diğer ehibbaya duyuruyor. Birkaç kişinin şöyle-böyle cevap verdiğini görünce, birkaç satır yazıp, arkadaşlar, dedim, sadece o büyük yapıtın değil, 1922 yılı daha birçok yapıtın ve gelişmenin yılıdır.
Herkesin diline pelesenk ettiği ama pek kimsenin göze alıp okumadığı Ulysses’in yanından dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şairlerinden T.S. Eliot’un bize Çorak Ülke adıyla çevrilen The Waste Land şiiri de 1922’de yayınlandı. Bir başka kitap daha var 1922’de yayınlanan: Gençliğimde büyük bir heyecanla okuduğum, ardından roman dünyasının ‘anti-kahraman’larına sürekli bir ilgi duymamı sağlayan Babbit’i Amerika’nın ilk Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanacak Sinclair Lewis gene o yıl yayınlayacaktı. (Çok şaşırtıcı bir şey söyleyeyim; bu romanın adı İngilizcede ‘babbitry’ diye bir sözcüğe dönüştü. Dar düşünceli, kendisinden başkasına inanmaz, kendini beğenmiş, kendisini bir şey sanan anlamına gelir. Roman bildiğim kadarıyla hala Türkçede yok. Oysa müthiş bir ‘Amerikan Rüyası’ kitabıdır; sonradan filme dönüştürüldüğünde çok etkili olan, Richard Yates’in Revolutionary Road romanının da, başka birçok taşra gerçekçiliği romanının da babasıdır.) Unutmadan söyleyeyim, bana da Türk romanının doğuşu hakkında yazdığı kitap henüz aşılamayan bin yıllık dostum Robert Finn hatırlattı: Bizim 1922’deki edebiyat olayımız, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ıdır.
Bir başka büyük gelişme de fizik alanındaydı. Hemen hemen aynı şey demek olan 1921’de Einstein’ın kazandığı ödül 1922’de Neils Bohr’a verilecekti. Kısacası, Kevin Jackson, kitabının adını Constellation of Genius (Dehalar Takımyıldızı) koymakta haklıdır.
Haklıdır ama, 1905-1922 arasını ihmal etmeyelim. Niye 1905? Çünkü, eğer bana göre modernizme ait her şeyin eteklerinden doğduğu Freud’un Rüyaların Yorumu’nun 1900’deki yayımını bir kenara bırakırsak, 1905, Picasso’nun Avignonlu Kızlar tablosunu yaptığı yıldır. Ondan sonrası çığ gibi gelişmiştir. Fütürist Manifesto 1909’da duyurulmuş; öteye gitmeyelim, gene bana göre gelmiş geçmiş en güçlü çığır açıcı sanat yapıtlarından Pisuvar’ı Duchamp 1917’de sergilemiş, 1919’da da Dada Manifestosu yayınlanmıştır. (İlk Üstgerçekçi-Sürrealist Manifesto da 1924’te ortaya konacaktır.)
Edebiyat bu hamlelerin uzağında değil. Eliot’un muhteşem J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı (büyükler büyüğü Can Yücel çevirmiştir) 1913 tarihlidir. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde 1913’te yayınlanmaya başlamıştı. Kafka’nın hala tüketilemeyen, bugün yayınlanmış kadar genç, taze ve yenilikçi yapıtı Dönüşüm (Metamorphosis) okura 1915’te ulaşır. Bunlar şunu gösteriyor: 1910’larda katı, sert hatta şiddetli diyebileceğimiz modernizm görsel sanatlar alanında 1905’te başlamış, 1910’larda gerçek manada dallanmıştır. Kübizm, Fütürizm, Sürrealizm bir düğüm üçgenidir.
Aynı atılımın 1920’lerdeki izdüşümü ise bu Ulysses’la doğar. Ulysses Freud’la başlayan ‘serbest çağrışım’ ve bilinç akışı tekniklerinin yazınsal metne uyarlanmasıdır. (Bize Nevzat Erkmen çevirmiştir; doğru bir çeviridir. Ama güzel midir, emin değilim. Keşke Nevzat Bey çeviriyi gerçek bir edebiyatçıyla birlikte yapsaydı. Kitap, lezzetine o vakit kavuşurdu. Gene de salık veririm. İyi İngilizce bilenler için de yardımcı bir kılavuzdur o çeviri. Hiç değilse insanın öyle mi çevrilir, böyle mi çevrilir diye kavga etmesine yarar. Ve ne yazık ki, 1922’de ilk kez yayınlanan kitap bize gene ilk defa tam metin olarak yanılmıyorsam 1996’da ulaştı. Ne diyeyim?...)
Mesele sadece bilinç akışı tekniğiyle sınırlı değildir. O yaklaşım zaten bölük pörçük edebiyata sızmaktadır. Mesele, su götürmez şekilde zaman ve mekan problemidir. Unutmayalım ki, Proust, şu andığım nehir-romanıyla daha 1910’larda zihnin hafıza denen bilinmez çölüne açılıyordu. İstençli bellek-istençsiz bellek bağlamına oturan, ciltlerce süren bir roman yazıyordu. Koca roman artık çocukların bile bildiği gibi, Proust’un madlen kekini (hayır, kurabiye değildir, bir tür kektir) ıhlamur çayına batırmasıyla belleğinde çıktığı yolculukla başlar. Bu çerçeveyi ona esinleyen muhtemelen akrabası da olan büyük Fransız felsefecisi Bergson’un bellek konusundaki tezleriydi. Hayatım boyunca çok uğraştığım bu meseleye bir de burada girmem. Ama bizde de Yahya Kemal ve Dergâh dergisi çevresinde (farklı şekillerde de olsa) etki yapmış bu felsefecinin getirdiği zaman yorumları onunla sınırlı da değildi.
Belirttiğim gibi 1921 Nobel’ini Einstein’ın bileğinin hakkıyla kazanmasına iki büyük çıkışı yol açmıştır. 1905’te yayınladığı dört makaleyle (temel fizik konusundaki görüşlerimizi kökten değiştirdiği için o yıla da annus mirablis (mucizeler yılı) denir. 1915’te sunduğu Genel Görelilik Kuramı makalesi getirdikleri ‘devrimci’ düşünceyle zaman algımızı alt üst etmişti. Einstein ve Bergson 6 Nisan 1922’de Paris’te bir panelde bir araya gelip birbirlerinin zaman konusundaki görüşlerini eleştirecekti. (Meraklısı Jimena Canales’in yazdığı The Physicist and the Philosopher: Einstein, Bergson, and the Debate That Changed Our Understanding of Time isimli çok zevkli kitabını okur.) Kısacası, daha sonra, gene bu fakir için gelmiş geçmiş en önemli ve lezzetli 20. yüzyıl şairlerinden W.H. Auden tüm bu oluşumları ‘iklim değişikliği’ olarak nitelendirecekti.
Homeros’un Ulysses’ına özenerek Joyce kendi efsanesini yazmaya bu ‘iklim’de,1914’te başlamıştı. Hastaydı. Gözleriyle sorunu vardı. Sayısız ameliyat geçirecekti. Tıpkı, sonradan, kazacağım derken darmadağını ettiği Troya ilgisini doğuran Homeros okumalarını çocukken yapan arkeoloji meraklısı Schliemann gibi Joyce da Homeros’u çocukluğunda okumuştu ve etkisi altındaydı. Nihayet roman tarihinin ilginç kahramanlarından Leopold Bloom’u baş karakteri yaparak romanını yazmaya oturdu ve bu kahramanının 16 Haziran 1904 günü yaşadıklarını 18 bölüm halinde yazdı. (Homeros’un metni 24 bölümdür.) Kitap Bloom’un karısı Molly’le ve Joyce’un muhteşem Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde geliştirmeye koyulduğu alter-egosu Stephen Dedalus’la örülür. (Tahmin edileceği üzere, Dedalus, Homeros’un metnindeki Telemachus, Molly ise Penelope’dir. Bu Molly Bloom, kitabın hatta roman tarihinin de en az anlaşılmış kişilerindendir. Biraz da hakkı yenmiş diyeyim. Tabii, Penelope sadık, Bloom değildir. Molly nihayet Richard Pearce’nin editörlüğünü yaptığı Molly Blooms: A Polylogue on 'Penelope' and Cultural Studies isimli kitapta enine boyuna irdelenir.)
Kitap önce The Little Review’da tefrika edilir. Paris’teki ‘yitik kuşak’ yazarlarının da sığınağı olacak Sylvia Beach’in Shakespeare and Company kitabevi Joyce’un 40. yaş günü 2 Şubat 1922’de kitabı basar. Derken Amerika’da müstehcen diye nitelendirilir ve Ulysses savaşları başlar. Artık başka bir çağ açılmıştır. Yapıt çeşitli eleştirilerin konusu olur. Kendi Çorak Ülke kitabı da o yılın ekim ayında yayınlanacak Eliot kitaba bir eleştiri yazar ve yeni bir çağın doğduğunu söyler. (Çorak Ülke’yi büyükler büyüğü Ezra Pound edit etmiştir. Şimdi masamın üstünde duran kitapsa Eliot’un daktilosundan çıkan metni Pound’un nasıl kıyma makinasından geçirdiğini sayfa sayfa resimleriyle gösteriyor.) Joyce, 1922 sonrasında yazdığı mektupları ‘ps U’ diye tarihliyordu: post scriptum Ulysses-Ulyssses yazıldıktan sonra... Olacak o kadar...
Yakın arkadaşı ve Bloomsbury Çevresinin neredeyse kurucu annesi Virginia Woolf Eliot’la mektuplaşmaktadır. Woolf o sırada Mrs Dalloway’in bazı bölümlerini oluşturacak bir öykü yazmakta ve değerlendirmesi için Eliot’a göndermektedir. O arada da Joyce ve roman hakkında yazışırlar. Woolf ikirciklidir. Yer yer çok sever metni, yer yer sıkılır ve şaşırır. Ama 1925’te yayınlanacak bugünlerde J’nin okumakta olduğu Dalloway’de bilinç akış tekniğini kullanmaktan kaçınamaz. Bu tekniğin Amerika’daki izdüşümü ise sonraları gene büyükler büyüğü Faulkner olacaktır.
Bunlar işin öyküsü. Ulysses, mesela tıpkı Moby Dick gibi, bazen elbette sıkıcılaşır. Kuşkusuz zor bir metindir. Joyce okurun işini güçleştirmek için elinden geleni yapar, araya diller, yeni sözcükler, kelime oyunları sokar. (İlk metinde Joyce’un bilerek yaptığı yanlışları anlamayan matbaacılar onları düzeltmiş, böylece ‘yeni yanlışlar’ yapmıştır. Kitabın o baskısında 2000 yanlış vardır. Sonraki baskılarda bu yanlışlar daima bir yandan eksilir, bir yandan artar.)
Ama son kertede bana kalırsa romantik, hoş, esprili, zevkli bir metindir. Hepsini bir çırpıda okumak gerekmez. İngilizce bilenler arada bir yapraklarını çevirerek karşılarına çıkan ‘oyunlarla’ eğlenebilir. Kendi okuduğum metne bakıyorum. Üstelik bazı satırların altını da çizmişim. Ama roman o satırlardan daha fazlasıdır. Fakat daha da zor bir metin isterim diyenlerin Joyce’un 1939’da neredeyse 20 yılda yazdığı Finnegans Wake’ı okuyabilir.
Çok yaşasın Ulysses...