AK Parti Ankara Milletvekili M. Naci Bostancı, Auschwitz özelinde Holokost dehşeti hakkındaki izlenimlerini Şalom içi özel olarak kaleme aldı:
M. Naci Bostancı*
“Dışarısı eksi üç derece. Çoktandır unuttuğumuz kar evleri, ağaçları, yolları, tarlaları her yeri kaplıyor. Sıcak bir odada camdan bakıldığında ‘dışarıdaki hava’ romantik bir atmosferin kurucusu. Hele, istediğin zaman korunaklı evine döneceğini biliyorsan, kalın giysilerle karın altında kısa bir yürüyüşün, ne diyorlar, son zamanlardaki o çok kullanılan kelime ile ‘keyfi’ bir başka olur.
Diyelim ki öyle olmasın, sırtına yazlık bir tişört geçir ve öylece karın altında, rüzgâra karşı bir süre dur. İncecik kumaşın korumayacağı tenine eksi üç derecelik keskin soğuğun dokunmasını düşün. Yetmez, öylece dur, dayanabileceğin kadar dur, üstelik kımıldamadan dur, titreyerek, dişlerin birbirine vurarak, o sıcak eve ne zaman döneceğini bilmeyerek, hatta dönülecek sıcak bir ev düşüncesinden mahrum bir şekilde dur.
Soğuk eksi üç derece değil eksi 15-20 olsun, kalın giysileri altındaki insanları bile titreten rüzgârın buzdan kırbacı altında sen, tişörtle, kımıldamadan, ikinci bir emre kadar dur. O ikinci emrin ne zaman geleceği belli olmasın… İkinci emrin sahibi kalın kaputu, eldivenleri ve sana doğrulttuğu tehditkâr, ne zaman tetiğe basacağını bilmediğin makineli tüfeğiyle karşında öylece, bu kötülük görüntüsünü taçlandıracak şekilde yüzünde seni hakir, hiç derecesinde, oradaki taştan topraktan daha değersiz gördüğüne dair bir anlatım olsun. Yetmez, etrafında aynı görüntünün içinde sırtlarında çizgili mahkûm elbiseleri ile aynı soğuğu, aynı hiçliği, o belirsiz aynı kaderi paylaştığın küçük çocuklar, yaşlı insanlar, gencecik delikanlılar, kızlar olsun. Başka bir yerde, başka bir dünyada hemen sırtındakini çıkarıp titreyen çocuğa verme refleksin, sizi aynı safta kımıldamadan tutan komutun altında ezilsin, aslında insanlığın ezilsin, o güne kadar öğrendiğin tüm değerler ezilsin ve sen sadece orada, o mekânda değil zihninin en derin köşelerine uzanan buzdan bir ıssızlığın içinde bu bitmeyecek karabasanın içinde, öylece dur.
Yetmez. Eksi 32 derece ve üstünü, kampın girişinde yazıldığı gibi özgürleştirici bir çalışma olarak gören anlayış seni, açık havada gün doğumundan batımına çalışmaya götürsün. Bunun bir çalışma, üretme değil, öldürmenin bir başka çeşidi olduğunu bil. Yiyecek adını hak etmeyen, sadece yavaş bir ölümün hazırlayıcısı ‘yemek’, bulaşık gibi bir su ve şanslı isen payına düşecek küçük bir parça turp, patates, gece rüyalarında gitgide gerilere kayan eski sofraların, annelerin, ninelerin yemekleri, sevecen sofraya çağırmaları, bütün bunlar ve benzeri kırık dökük anılar günlere eşlik etsin. Hep bir üşüme, bir an bile seni gevşetmeyen, içindeki titremeyi geçirmeyen bir soğukluk olsun. Sadece havanın değil, ortamın, ölümün, yitirilen insanlığın titremesi bu, geçmez, ancak ölümle, o mutlu, şefkatli, bütün acıları bitiren ölümle geçebileceğini düşünmeye başlayarak, her insanın içindeki o sert, vahşi direnme duygusunu adım adım yitirerek anları birbirine bağladığını düşün.
Biz yaşamasak, şahit olmasak bile, yine de “insani olan hiçbir şey bize yabancı değilse” bilebiliriz düşüncesiyle ‘sen’ diyerek başladım. Anlatmaya çalıştığım, kelimelerle köprü kurmaya çalıştığım dünyayı dile tercüme etmek mümkün mü? Kelimeler, bazen sadece kelimelerdir ve Oğuz Atay’ın dediği gibidir: “Kelimeler, bazen aynı anlamlara gelmiyor albayım.” Olağan hayatın konforu içinde dramatik olanın kelimeleri soğuğu, çıplaklığı, acımasızlığı, insanın hemen yanı başındaki alelade, sıradan, öylesine kolaylıkla ‘yaşanan’ ölümü nasıl anlatabilir? Yine de elimizde kelimeler var. İnsanlık tarihinin o en acımasız yok etme süreçlerinden biri olan II. Dünya Savaşı’ndaki Holokost’u, ‘nihai çözüm’ü, şu kelimelerin bile anlatmaktan çok perdelediği o vahşi süreci başka türlü anlatmanın bir yolu yok. Filmler, belgeseller, fotoğraflar ama en çok da kelimeler, evet. Zorunlu olarak onlara müracaat edecek, dilin insanlık tarihine eşlik eden birleştirici anlamından medet umarak yine kelimeler diyeceğiz.
Naziler Almanya’da iktidara geldikten sonra Yahudilere, Romanlara, engellilere karşı sistematik bir şekilde düşmanlık yürüttü. Önce işlerinden, yerlerinden, yurtlarından ettiler, sonra toplama kamplarında sistematik bir şekilde yok etmeye çalıştılar. Daha en başta, iktidar yolunda giderken, Alman halkının ezici enflasyona, yoksulluğa karşı öfkesine adres olarak Yahudileri gösterdiler. İktidara geldikten sonra da tüm Avrupa’da Yahudi karşıtlığını kışkırttılar, öteden beri kolektif zihindeki ‘günah keçisi’ni yeni bir bağlamda sundular. Avrupa’da 11 milyon Yahudi vardı ve bunlardan ‘bir şekilde’ kurtulmak gerekiyordu. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra ‘kurtulma’nın bir yöntemi olarak toplama kamplarını örgütlediler. Yahudileri gettolarda toplamak Avrupa’nın yabancısı olduğu bir uygulama değildi, Naziler bunu daha kestirmeden bir nihai çözüm için krematoryumlar ile tahkim etti. En meşhurları ise Auschwitz. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” dediği kamp. Çünkü bu kampta ve diğerlerinde yaşanan vahşeti dolayımsız, çıplak bir şekilde kavramak gerekir, bunu “daha iyi anlatım” gibi o imkansız estetize etme çabaları sakillikten öteye geçemez.
Auschwitz sanki tren yollarının nihai noktası. Kurulduktan sonra Avrupa’nın her yerinden trenler bu kampa Romanları, engellileri, en çok da Yahudileri taşıdı. Hayvan vagonlarında yemeksiz, susuz, soğukta, günler süren yolculuklarla bitmiş tükenmiş bir şekilde Auschwitz’e ulaşanlar gelir gelmez Dr. Mengele’nin seçici olduğu bir noktada ikiye ayrılırlar; yaşlılar, çocuklar bir yana, çalışabilecek olanlar diğer yana. ‘İşe yaramayanlar’ -şu iki kelimenin acımasızlığına ne demeli- ‘banyo’ya girmeden önce kıyafetlerini, ayakkabılarını çıkarırlar -karışmasın diye bağları birbirine bağlı- ‘çıplak’ bir şekilde, -insanın o utanma duygusunu ayaklar altına alan uygulama ile- gaz odalarına sokulurlar. Sonra ışıklar söner, korku ve dehşet içinde kadınlar çocuklar feryat edip ağlaşırken Kızılhaç arabalarıyla getirilen zyklon gazı (modern bilimin laboratuvarlarında beyaz önlüklü uzmanlarca üretilmiş) bacalardan içeriye bırakılır. Beş dakika sonra mutlak sessizliğe gömülmüş banyo odasına bu iş için görevlendirilmiş güçlü kuvvetli Yahudiler girer ve ölüleri yakılmak üzere krematoryuma taşır.
Yıllarca, sistematik bir şekilde işleyen bu yok etme mekanizmasını tüm külliyatı bir araya getirseniz bile anlatabilir misiniz? Zor. Tüm bu olup bitenler içinde üç örneğe dikkat çekmek isterim. Birincisi, savaşta akıl sağlığını kaybetmiş bir Nazi askerin psikiyatristine ‘unutamadığı’ durum olarak anlattığı olay. Yahudileri bir binaya doldurup ateşe verir ve makineli tüfeklerle tararlar. Nazi asker şöyle anlatır: “Birden yıkıntıların arasından, ateşin, dumanın içinden altı yaş civarında küçük bir kız çocuğu fırladı. Gözleri korku içinde bana doğru koşmaya başladı. Kollarını açmış, yaşadığı dehşetten alt üst, ağlayarak sığınmak için gördüğü ‘kurtarıcısına’ koştu. Geldi, geldi ve ben onu hemen oracıkta bıçakla öldürdüm. Bunu unutamıyorum.” Doğrusu bunu okuduktan sonra ben de unutamadım. Sanki o -eylem için hangi kelime uygun düşüyor bilmiyorum- alçaklığın diyeyim, şahidi olmuş gibi, olay zihnime kazındı.
İkincisi, Auschwitz’de Mengele’nin yanında mahkûmlar üzerinde ‘bilimsel araştırma’ yapma işinde görevlendirilen Dr. Miklos Nyiszlı’nın ‘Bir Doktorun Görgü Tanıklığı’ kitabından. Bir ‘banyo’dan sonra ölüleri krematoryuma götürmek üzere taşıyanlar henüz ölmemiş, baygın 14 yaşında küçük bir kız çocuğu bulur. Kucaklayıp, ne yapacaklarını bilmez bir halde doktora getirirler. Doktor, herhalde bir refleksle, kıza müdahale ederek hayata döndürür. Ancak çok önemli bir ‘sorun’ları vardır: Gazla ölmemiş ve müdahale ile kurtarılmış bu çocuk ne yapılacaktır? Doktor, az çok insani temasının olduğu Nazi görevlilerle görüşerek, bu çocuğu normal koğuşlara göndermelerini rica eder. Nazi görevli bir süre düşünür, nihayet sorunu çözmenin yolunu bulur: Çocuğu arka tarafa götürüp ensesinden bir kurşunla öldürerek yakılmaya gönderir.
Üçüncüsü ise Auschwitz Kütüphanecisi olarak bilinen, konuyla ilgili aynı adla bir romanın da bulunduğu 15 yaşındaki Dita Kraus ile ilgili. Bu toplama ve ölüm kampında Nazilerin en tahammül edemedikleri ve bulduklarında bağlantılı kişiyi doğruca infaz ettikleri ‘tehlikeli’ unsur kitaptır. Dita kampın kütüphanecisi olur. Kütüphane sekiz kitaptan müteşekkildir. Her gün bunları birilerine taşır, akşam olunca saklar. Hayatla ölüm arasındaki incecik çizgide kitaplar mahkûm elbisesinin içinde her gün o kader yolunu cesaretle yürür. Bu, kamptaki vahşete, insanlık düşmanlığına, yok etmeye karşı küçük bir çocuğun kesinlikle soylu, kesinlikle insanlık adına bir direnişidir. Savaş bittiğinde az sayıdaki ‘hayatta kalanlar’ safına düşen Dita şimdi 92 yaşında ve İsrail’de yaşıyor. Tüm o zalimliğin içinde 15 yaşın çocuk yüreğiyle insanım diyen herkesin onurunu koruyan Dita Hanım’a bu vesile ile uzun ömür diliyorum.
20. yüzyılda, Avrupa’da, Kant’ın, Goethe’nin, Hegel’in, nihayet Marks’ın ülkesinde yaşanan ‘Holokost’ vahşetini ‘anlama! çabası halen sürüyor. Z. Bauman, Modernite ve Holocaust’ta, modern bürokratik mekanizmayı, onun bireysel inisiyatifi yok eden ağır dişlilerini, vahşeti perdeleyen bürokratik dilini öne çıkartıyor, Hannah Arendt, Holokost mimarlarından A. Eichmann’ın yargılaması esasında kaleme aldığı ‘Kötülüğün Sıradanlığı’nda, benzeri bir çözümleme üzerinden gidiyor. 6 milyon Yahudi, Roman, engelli insanın katledildiği ‘düzen’i, sistematiği, anlamlandırma pratiklerini ‘kavramakta’ her zaman zorlanacağız. Üstelik insanın karanlık yanına ilişkin bu meşum dönem, dünyanın bugünkü resmi ve geleceğine ilişkin tahminler esasında, geçmişte bıraktığımız bir parantez olmaktan çıkıyor, bir türlü kapanmayan, benzerleri farkla isimlerle karşımıza çıkan bir döngüye benziyor. Bu durum, Holokost’u tüm insanlık adına daha da önemli kılıyor. Çünkü ancak onu her yönüyle kavradıkça benzeri örneklere bugünde ve gelecekte rastlama korkusundan bir ölçüde kendimizi kurtarma ümidini taşıyabilir ve bunu insan kardeşlerimize ulaştırabiliriz.”
*Ak Parti Ankara Milletvekili