Suzan Nana Tarablus´un yeni kitabı Varlık Yayınlarından çıktı: ´Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?´
Nermin Ketenci
Bilindiği üzere Müslümanlığa geçen Yahudiler ‘dönme’ diye anılıyor. “Her yere, hiçbir kabiliyetleri olmadığı halde, sadece Sabetayistlerin gelmesine isyan ediyorum… Bütün köşe başlarını tutmuşlar. Bugün eğlence sanayiine, televizyon sanayiine, reklam sanayiine İbrani olmayan giremez; bunu açıkça söylüyorum.” Bu cümleler ortalarda görünmediği için artık unutulan Yalçın Küçük’e ait. Küçük’e bakarsanız bütün Mehmet Ali’ler, Abdullah Gül, Tarkan, Deniz Akkaya, Beren Saat ve birçok kişi Sabetaycıydı. Sonra her yerde Sabetaycı arama işini Soner Yalçın devralıp bu saçma listeye Adnan Menderes, Ahmet Davutoğlu gibi isimleri eklemiş. İşler iyice büyümüş; başka biri de Soner Yalçın ve Sözcü yazarlarının gizli Ermeni ve gizli Yahudi olduğu iddiasını ortaya atmış. Öyle garip kriterler koyulmuş ki, ince eleyip sık dokusanız, ülkenin yarısı Sabetaycı.
Gen haritasına bakarsak Türkiye’de yaşayan nüfusun en yakın genetik akrabası Ermeniler. Orta Asya ile akrabalık bağları yüzde 10 civarı, Yunanistan ve İtalya ile de akrabalık var. Yani liste tutanlar gen analizi yaptırsalar kim bilir nasıl bir sürprizle karşılaşacaklar! Zaten Yalçın Küçük, “Sabetayistler olmasaydı, bu cumhuriyeti kuramazdık… İbrani olma ihtimalini yüksek tutuyorum. Bundan da hiç rahatsız olmam” demiş. Bu çelişik fikirlerin ardından hatıralarda sadece komplo teorileri kalmış.
Sabetay Sevi
Sabetay Sevi, 1626’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak İzmir’de dünyaya geldi. Genç yaşında geleneksel Yahudi eğitimini bitirip haham olmasının ardından, kendisini ‘Mesih’ ilan etti. Bu çıkış karşılık buldu ve inancı Londra’dan Moskova’ya, Fas’tan Yemen’e kadar geniş bir coğrafyaya yayıldı. Ruhani yaklaşımları, Tasavvuf ile Kabala’yı harmanlayan bir ibadet tarzına dayanıyor.
Durumdan rahatsız olan Osmanlı tarafından hapse atılması ve işkence görmesi, Mesihlik söylencesini güçlendirdi. Sevi’ye idam veya İslam’a geçiş seçenekleri sunuldu. Sevi böylece Müslüman oldu. Bunun üzerine takipçileri “Mesih ihtida ettiyse bir hikmet vardır” deyip Müslümanlığa geçti. Aktardıklarına göre, dışarıda çoğunluğa uyumlular, içeride bildikleri hayatı yaşıyorlar. 18. yüzyıl başında yaklaşık 1500 kişi olan cemaat, 19. yüzyılda Selanik’te uluslararası bağlantısı en güçlü, en eğitimli kesimi oluşturuyor. 20. yüzyıl başında 10-15 bin kişilik bir topluluğa ulaşıyorlar. İyi eğitim almış, kalifiye insanlar bürokraside, diplomaside vs. etkin pozisyonlara geliyor. O dönemde Balkanlar’da misyoner okullarının açılmasına cevaben Osmanlı, Selaniklilerin Terakki ve Feyziye okullarına destek veriyor.
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde de Selaniklilerin katkıları devam ediyor; edebiyattan bürokrasiye, finanstan endüstriye kadar birçok alanda önemli roller alıyorlar. Bu bilgilerin kaynağı olan Cengiz Şişman’a göre, Türkiye’de ve yurtdışında yaklaşık 70-80 bin Selanikli var.
Baba bize neden dönme diyorlar?
‘Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?’ Suzan Nana Tarablus’un dördüncü kitabı. Diğer üç kitapta İstanbullu Yahudiler konuşmuştu; artık oturmadıkları semtlerde bıraktıkları evleri, komşuları, işleri-güçlerini anlatmışlardı, kimlikler açıktı. Arada bir tehlike yaratan toplumsal gerginliklere rağmen durum ‘bir şekilde’ idare edilmişti. Tarablus şimdi çözülmesi daha çetrefilli bir yumağı eline alıyor: Portekiz pasaportu konusuyla gündeme gelen, Yahudi geçmişleriyle ‘Dönmeler…’ Onlara ‘Selanikli’, ‘Sabetaycı’, ‘Maaminim’ de deniyor. Röportaj verenlerden bazıları ‘Dönme’ meselesine alınganlık göstermemiş, bazıları da hoşlanmadıklarını belirtmiş. Ben ‘Selanikli’yi kullanmayı seçiyorum; insanlar aldırmama aşamasına gelse, literatüre böyle geçse bile, komplocu bir çağrışımı var.
Kitap Suzan Nana Tarablus’un Selaniklilerin üç grubundan bireylerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Önsözü ‘Suskunluğun Yükü’ kitabının yazarı Cengiz Şişman’ın kaleminden... Dışarıya açılmaya pek gönlü olmayan insanları konuşmaya ikna etmek herhalde zor olmuştur, ancak deneyimli gazeteci Tarablus bunu başarmış. Selaniklilerin kendilerinden bahsetmek istememeleri normal, çok eskiden tehditle din değiştirmişler, ‘samimiyetleri’ sürekli sorgulanmış, ‘D’ diye işaretlenmişler… İşaretlenen bir tek onlar değil tabii, ama şu anda Selaniklilerden bahsediyoruz.
Bir tanık durumu şöyle özetliyor: “İspanya’nın Katolik krallarının engizisyonu sonucu dinini inkâr etmektense sürgünlüğü seçen, yerleştiği ülkede yeniden dinini inkâr etmeye zorlanan ve o ülkenin muktedirlerinin dinini benimseyen bir topluluğa mensupsunuz ve birileri de ötekileri de size sırt çevirdiği halde bir ruhani arayışı ısrarla sürdürüyorsunuz.” Şeffaflıktan yana bir tanığın komplo teorilerinin ötesinde, güçlükleri ve zayıflıklarıyla insan olduklarını belirtmek zorunda hissetmesi bile baskının gücünü anlatabilir. Komplo teorilerini bir an unutursak durum, insanların birbirini insan olduklarına ikna etmeye çalışması… İnsanlığın kurtulamadığı bir dert… Selanikliler de diğer gruplar gibi; gelenekçisi var, yenilikçisi var, inananı-inanmayanı var, Müslümanlık ritüellerini yerine getirenler var…Tabii nefret söyleminden hepsi payını alıyor.
Selanikliler seçilmiş olduklarını düşünüyor, bilgiyi kendilerinden olana aktarıyorlar. Eğitime ve iç dayanışmaya önem vermenin sonucunda nitelikli bir topluluk oluşturdukları doğru; yine de kendilerinin ‘kibir’ veya ‘snobizm’ dediği, başkalarının antipatisini çeken durumun arkasında, kapalı yaşamanın dezavantajına karşı geliştirilen bir telafi mekanizmasının yattığı söylenebilir.
Ticaretle uğraşmalarını toprak sahibi olamamakla, yaşadıkları yerlerden sürgün edilmekle açıklıyorlar. Yaptıkları işin her yerde geçerli olması gerekiyor. İç evlilikler çok yaygın, o kadar ki kocası ölen kadın, topluluğu ve mirası koruma amacıyla kayınbiraderiyle evlendiriliyor. Tanıklar aile içi evliliklerin yanı sıra çift kimlikle yaşamamın da ruhsal sorunlara yol açtığını ifade ediyor. Görünmekten ve aynı zamanda yok olmaktan korkmak birbirine karışıyor. Selanikliler arasında hem köklerine bağlı kalmak hem kökten kopmak arasında Araf’ta kalanlar, başka türlü bir bedel ödüyor. Kapalı grubun olumlu tarafı akraba olsun olmasın yoksulların desteklenmesi, çocukların okutulması. Selanikliler soy ağacı tutuyor ve soylarını araştırıyorlar, ne yazık ki kadınlar dahil edilmiyor. Soy araştırmalarında ilginç olaylar ortaya çıkıyor, eski nesillerden bir Mevlevi üzerine öğrencilerin tuttuğu bir defterin Harvard’da bulunma öyküsü gibi…
Varlık Vergisi’nde ne Müslümanlar kadar az, ne de gayrimüslimler kadar çok ödemişler. Devlette üst makamlara gelebilmişler. Dışarıdan dindar olmayan Müslümanlar gibi görünürken, kendi kapalı gruplarında geleneksel ritüelleri sürdürmüşler. Suskunluk öylesine içselleştirilmiş ki, neye inandıklarını içeride bile açıkça göstermekten sakınmışlar; büyüklerin mezar yerlerini bile açıklamamışlar. Aileler, çocukları merak edip soru sormaya başlamadıkça konuyu açmamış. Çocuklar doğum, evlilik veya cenaze ritüellerinde Ladino konuşulduğunu duyarak ya da dışarıdan biri veya bir akraba tarafından uyarılarak kökenlerini öğrenmeye adım atmışlar, çünkü ebeveynler hep soruları geçiştirme adetindeymiş. Kitabın konuklarından biri “Amaç çocukları korumak” diyor ve ekliyor “Her bilginin yeri ve zamanı var”. Şöyle de ifade edebiliriz: “Ancak peşinden koşanlar öğrenebilir.”
İsimleri Viktor, Yani veya Hırant olmadığı için hemen göze çarpmamışlar, farklı görünmekten ve gösterişten kaçınmışlar, ama dikkatli bakışları hep üzerlerinde hissetmekten kurtulamamışlar. Şöyle bir gözlem var: Müslümanlar sevdikleri Selaniklileri Yahudi olarak görmüyor, Avrupalılar direkt Yahudi olarak görüyor. Belli bir ibadethanelerinin olmayışı görünüşü kurtarmış, ama mezarlıklarının ayrı olması herkesin malumu. İkircikli bir yaşam sürmenin getirdiği sezgi gücüyle kiminle ne konuşulacağını öğrenmişler, aksanlarına dikkat etmişler. Donanımlı, kentli, eğitimli insanlar olarak, ortama uyum gösterip içinde yaşadıkları topluma faydaları dokunursa, ayrımcılığın yaptırımlarına daha az maruz kalacaklarını düşünmüşler, umut etmişler. Sonuç pek öyle olamamış; kendilerini Türk addederken devletin onlara aynı gözle bakmaması hayal kırıklığı yaratmış. Yine de adaptasyon becerileriyle travmayı atlatmışlar.
Kendi aidiyetlerinin dinsel pratikten uzaklaşıp kültürel boyuta kaydığını düşünenler, Selanikliliğin büyük ölçüde asimile olduğu görüşündeler. Yeni nesiller dinden uzaklaşıyor, genellikle deist, ateist olduklarını söylüyorlar; saklanma gereği duymadan gelenek ve göreneklerine sahip çıkmak istiyorlar, iç evliliklerin azaldığını savunuyorlar. Bir grup ise artan baskılarla yok olmamak için yeniden iç evliliklere dönüyor. Röportaj veren kişiler yurt dışında yaşasalar bile tam isimlerini vermek istememişler, sonuçta arkada akrabalar var. Cesur itirafların arkasından ne geleceği meçhul: belki ayıplama, belki eleştiri, belki dargınlık, oradaki Türklerden gelecek tepkiler… Şeffaflaşma isteğinin hemen hayata geçmesi doğaldır ki mümkün değil.
Toplumun beraber yaşayıp kendine benzetemediği insanları, suskunluğa mahkûm etmeyeceği, kimsenin “Ben de insan evladıyım” demek zorunda kalmayacağı günler dileğiyle…
Kaynaklar:
https://www.haber3.com/medya/yalcin-kucukten-sok-aciklamalar-haberi-52324
https://www.jonturk.tv/turk-kimligi-ve-turkiyenin-gen-haritasindan-cikan-sok-sonuclar/
https://medium.com/@MehmetFahriSertkaya/soner-ya...
‘Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?’ kitabının Cengiz Şişman tarafından kaleme alının önsözü
Selanikli Hikâyeler
Konuşmak bir terapidir. Bedene ve ruha dinginlik verir. Susmak… hele de susmak zorunda kalmak ise azap. Ama Fransız tarihçi Alain Corbin’in dediği gibi sessizlik basitçe hiçbir sesin olmaması anlamına gelmez. İçimizdeki ses hep bizimledir . Elinizdeki kitap bütün zorluklara rağmen iç sesini duymaya ve bunu başkalarına duyurmaya çalışan bir grup insanın yüzlerce yıllık suskunluklarının, kendi tabirleriyle “ketumiyetlerinin” yükünden bir şekilde kurtulma çabasıdır. Kitaptaki mülakatlarda anlatılan hikâyeler 17. yüzyılın sonlarında Sabatay Sevi’nin mesihlik hareketi ile ortaya çıkan ve yüzlerce yıldır çok kimlikli bir yaşam sürdüren bir cemaatin renkli parçalarıdır. Aslında günümüzde buna Cemaat demekten ziyade topluluk demek daha doğru bile olabilir zira, Cemaat mensuplarının arasındaki eski organik bağların çoğu küçük bir kesim hariç yitip gitmiştir. Burada anlatılanlar kendilerini her şeyden ziyade “Selanikli” olarak adlandırmayı tercih eden bir topluluğun son iki-üç kuşağının hatıraları, aile ilişkileri, kaygıları, öfkeleri, hayal kırıklıkları, sevinçleri, umutları ve belki de daha önemlisi kendilerini keşfetmelerinin hikâyesidir. Konuşanların çoğu Türkiye’de ikamet etse de hikâyeleri Yunanistan’dan Avusturya’ya, Almanya’ya, Fransa’ya, İsviçre’ye, İsrail’e, İngiltere’ye, Amerika’ya hatta Arjantin’e kadar uzanmaktadır.
Yüzyıllardır Dönme, Avdeti, Sazanikos, Maaminim, Selanikli ve daha birçok adla anılan bu cemaatin mensuplarının açıktan konuşma çabaları bireysel ya da küçük gruplar halinde daha önceleri de hiç olmamış değildir. 1910’lardaki Kadın dergisindeki yazılar, 1920’lerdeki Karakaş Rüştü vakası sırasında zamanın bütün gazetelerinin bu konuyu ele alan haberleri ve 1950’lerdeki Büyük Doğu dergisindeki yazılar bunların en kayda değer örneklerindendir . Özel yaşantı ve sırlar ile ilgili olan bu vakaların pek çoğu Cemaat içinde olan birtakım rahatsızlıkları dış dünyaya şikâyet etme babından olduğundan “ifşaat” diye nitelendirilmiş ve bu iddialar özellikle anti-Sabatayist kesimler tarafından daha sonraları sıklıkla dile getirilmişdir. Oysa elinizdeki kitapta bulunan 28 mülakat bu topluluk hakkında bir ifşaat değil, farklı farklı bireylerin kendini keşfetme ve kendi cemaati ile olan tarihi, sosyolojik ve de psikolojik ilişkisini anlama çabasıdır. Bir nevi 1990’lar ve 2000’ler Türkiye’sinde alt kimliklere olan ilginin paralelinde cereyan eden köklere dönme arzusudur. Bu tür kendini anlama ve anlatma çabasını Michèle Blumenthal ve Michel Grosman’ın Sazanikos belgeselinde, Ilgaz Zorlu, Rıfat Bali, Marc Baer ve benim kitaplarımda, son olarak da Memo Kösemen’in yaptığı uzun bir mülakattaki farklı Dönme seslerinde işitmek mümkündür . Fakat ilk defa Suzan Nana Tarablus bu topluluğun alt kolları olan Yakubi, Karakaş ve Kapancıların bir arada temsil edildiği ciddi sayıdaki mülakatı bir araya getirmeyi başarmıştır. Mülakatların her ne kadar bu topluluğun inanan ve inanmayanlarının tamamını temsil etmesi mümkün olmasa da bu derlemenin hem bu soydan gelenler için hem de Sabataycılık çalışmaları için paha biçilmez değeri vardır.
Burada konuşan her bireyin kendi hikâyesinin biricik olduğuna şüphe yok. Yine de benim Kültürel Dönmeler ya da Selanikliler demeyi tercih ettiğim ve pek çoğunu tanıdığım bu kimselerin mülakatlarındaki ortak birkaç konuya değinerek okuyucuyu bu birbirinden ilginç konuşmalarla baş başa bırakmak istiyorum.
Öncelikle bu hikâyeleri yıkılmaya yüz tutmuş, gizemli, görkemli ve bazı bölümlerinin halen hummalı bir şekilde kullanıldığı bir evin değişik açılardan tasvirleri olarak görmek gerekir . Haliyle böyle bir evin bahçesi, yıkık-dökük kısımları, dış cepheleri, giriş kısmı, koridorları, odaları, mutfağı, arşivi ve başka bilumum gizli bölmeleri vardır. Evi her tarif eden o evle ilişkisi ve tecrübesi çerçevesinde içeride ne olup bittiğini anlayıp anlatabilmektedir. Evle ilişki ne kadar sınırlı ise ev hakkındaki bilgi de o kadar sınırlı olmaktadır. Bu kitapta konuşanların hemen hemen tamamı bir şekilde bu evin varisi olsalar da artık bu evde yaşamamaktadırlar. Sadece bir nostalji ile dönüp evi ziyaret etmek ve hasret gidermek istemektedirler. Ama evin en mahrem yerlerine sadece anne-babası bu soydan gelen ve kendisi de yine bu soydan gelen birisiyle evlenen kimseler girebilmektedirler. Diğer ziyaretçiler ise evde sürekli oturanlarla ilişkilerinin derecelerine bağlı olarak bazı odalara kapıdan bir göz atabilmekte, koridorlarda dolaşabilmekte, mutfaktan gelen yemek kokusunu alabilmekte, ya da bahçede bir süre oturup dinlenebilmektedirler. Çünkü evden bir defa çıkıldı neşama’nın ışığı karadığından geri dönmek imkânsıza yakın bir şeydir. Dolayısıyla burada konuşulanlar evin daimi yaşayanları olmadığından, anlattıkları evin iç bölümlerinde olup bitenlerden ziyade dışı ile ilgili gözlemlerdir. Yani özden ziyade kabukla ilgili bilgilerdir. Mesela mutfakta yapılan yemeğin kokusunu alıyoruz ama yemek sırasında yapılan duayı duymuyoruz, sünnet töreni sırasında bırakılan boş koltuğu görüyoruz ama kim için olduğunu öğrenemiyoruz, Osman Baba’nın adını sürekli işitiyoruz ama onun uluhiyetinden bahsetmiyoruz, yeni evlenen çiftlere fısıldananları hissediyoruz ama bir şey anlamıyoruz, özel gece ve cenazelerdeki ilahi, türkü ve duaları işitiyoruz ama manasını bilmiyoruz, Şehina, Neşema ve Tehiya tabirlerini duyuyoruz ama sembolizmini kavrayamıyoruz, vs. vs. O yüzden mülakat verenlerin hayal kırıklıklarından biri, bu bilgilerin tamamına belki de hiçbir zaman ulaşılamayacak olmaları. Antropolog Claude Lévi-Strauss’un dediği gibi “her şeyi anlamazsan hiçbir şeyi açıklayamazsın” prensibinin hayal kırıklığı.
Dolayısıyla anlatılan hikâyeler sözlü tarih açısından bakıldığında cemaatin son iki-üç kuşağının dini tarihinden ziyade sosyal, ekonomik ve psikolojik tarihi sayılabilir. Aile hikâyelerinin çoğu yazıdan ziyade hatıralara, dedikodulara ve hatta rüyalara dayandığından sıklıkla gerçek ile gerçek olması arzulanan olgular arasında gidip gelmektedir. Şifahi geleneğe dayalı kültürlerin en temel problemlerinden biri olan “geçmişi bugünkü kaygılarla okumak ve inşa etmek” meselesini burada da görüyoruz. Mesela “biz hep sekülerdik” vurgusu bunun en bariz tezahürü. Oysa yüz yıl önceye gidildiğinde cemaat mensuplarının ancak küçük bir kısmının böyle bir kaygısı vardı.
Mülakatlarda ön plana çıkan diğer bir vurgu ise anlatanların kendilerini batılı hayat tarzı ağır basan, çok-kimlikli, çok-kültürlü, entelektüel birer dünya vatandaşı olarak görmeleri. O yüzden İslam dahil, organize dinlere karşı çok ciddi bir mesafe her konuşmada ortaya çıkıyor. Çoğu kendisini deist veya ateist olarak tanımlıyor. Eğer bir dine yakınlık söz konusu ise bu din genellikle Yahudilik.
Kişisel karakter farklılıkları ve ikamet edilen ülkeler de konuşmaların içeriklerine ve tonlarına yansıyor. Bazıları Kuzu Bayramı ve özwel cenaze törenleri gibi çok zor konuları dahi rahatça konuşurken diğerleri bu tür hassas konuları es geçmeyi, ya da kasıtlı muğlaklığı tercih ediyor. Doğal olarak Türkiye dışında yaşayanlar daha rahat konuşuyorlar. Çünkü hem cemaat içi ve aile baskısından hem de toplumsal baskıdan daha az etkileniyorlar. Bu baskı ve korkudan olsa gerek, birkaç istisna dışında herkes hâlâ mülakatlarda isimlerinden ziyade rumuz ya da isimlerinin baş harflerini kullanmayı tercih ediyor. Bütün bunlara rağmen mülakatlarda anlatılanlardan rahatsız olacak ya da hikâyelerin tamamına bakmak yerine birkaç cümleyi cımbızla çekip-çıkarıp kullanacak kimselerin olması kaçınılmazdır. Selaniklilik konusunun kaderi biraz da böyledir maalesef. Mülakat yapanlar bu risklerin son derece farkındadırlar ama yine de bu tür konuşmaların uzun vadede zarardan ziyade fayda getireceğine inançları sonsuzdur.
Türkiye’de yaşayanların neredeyse tamamı aynı semtlerde oturuyor. Nişantaşı, Teşvikiye, Caddebostan ve yazları Büyükada en favori semtler. Benzeri sınıfsal kökenden gelme, aynı çevrelerde büyüme, aynı eğitim kurumlarına devam etme ve benzeri hayat tarzlarına sahip olma uzun vadede herkesi birbirine yaklaştıran ve hatta evliliklere yol açan bir unsur. Belki buna bir de genetik hafıza ve kolektif bilinçaltını eklemek lazım. O yüzden Türkiye’de kurulan arkadaşlıklar yurtdışında da aynı şekilde devam ediyor. Karma evlilikler, uluslararası evlilikler ve boşanmalar anlatılarda çok tekrar eden olaylardan. Aynı kökenden gelenlerin evliliklerinde sorunlar var ama dışardan yapılan evlilikler de çoğu zaman boşanma ile sonuçlanıyor. Bitip tükenmek bilmeyen, derinden gelen bir huzursuzluk, uyumsuzluk ve yersiz-yurtsuzluk kaygısı hayata bakışı belirleyen en önemli öğelerden.
Dinler, mistisizm ve felsefe konularında sonsuz bir merak ve öğrenme isteği okumayı ve konuşmayı tetikleyen diğer bir unsur. Belki buna son yıllarda ortaya çıkan sosyal medyanın özgürleştirici etkisini de katmak lazım. Dışarıya kapalı Facebook, WhatsApp, Zoom ve benzeri gruplar benzeri düşünen insanları hem bir araya getiriyor hem de dayanışma ruhu ortaya çıkarıyor. Uluslar, sınırlar ve zamanlar üstü bu platformlar insanlara yalnız olmadıkları hissini veriyor. Mesela birkaç yıl önce kurulan Society for Sabbatean Studies bu platformlardan bir tanesi.
Hikâyelerin çoğunda Sabetaycı kökenlerini sonradan keşfetme var: Kökler bazen tesadüfen bazen de ailelerin bilinçli tercihleri ile 10’lu, 20’li bazen 30’lu yaşlarda keşfediliyor. Bunun da çoğu defa üzerinden gelinemeyecek travma ve zorluklara yol açtığı görülüyor. Bunların bazen öfke, kızgınlık, bıkkınlık, utanç, vicdan azabı, ama bazen de gurur ve kibire yol açıyor, bu keşifler. Psikolojik ve hatta iç evlenmelerden doğan fiziksel rahatsızlıklar da sıklıkla bahsedilen temalar arasında.
Konuşmalara yansıyan diğer güçlü bir duygu ise dışlanma ve farklı görünme endişesi. Aileden dışlanma, bazen okul, cemiyet, iş yeri çevrelerinden dışlanma bu korkuların bazıları. Ama belki bunu dengeleyici bir duygu olsa gerek kibir, kendine aşırı önem atfetme, zenginlik ve elitizm vurgusu da var. Bununla birlikte son zamanlarda sermayeyi kaybetme ve fakirleşme korkusu da hiç azımsanmayacak kadar orada.
Kısacası birazdan okuyacağınız mülakatlar bu topluluktan gelen insanların tamamını temsil etmese de, büyük resimdeki farklı renkleri, fırça darbelerini ve önemli detayları yakından görmemizi sağlıyor. Zamanın yok edici acımasızlığına karşı bir yerlere tutunmaya çalışan bir kültürün yaralı ama mağrur seslerini bize işittiriyor. Ve dokunulduğunda kapanan bir çiçek gibi, yaklaşıldıkça kendini gizleyen bir sırrı bir defa daha hepimize anımsatıyor.
Prof. Dr. Cengiz Şişman