Şalom´a yazmaya başladığımdan beri geçirdiğimiz üçüncü 14 Şubat. Tarihlere çapalanarak anılan diğer günlerin aksine Sevgililer Günü ya da Sevgi Günü kolay kolay görmezden gelinemiyor. Bir iki satırla da olsa bu sıcaklığı dokunası geriyor insanın. Zira birisi için özel olmak ve birisinin özel olduğunu hissettirmek insanı güzel, güçlü, mutlu kılıyor. Ne var ki, her şeyde olduğu gibi bunda da bazı öncelikler var.
Bireyselliğini sağlıklı biçimde tamamlamış, kendi değerinin farkında olup, kendini seven birinin bir başkasını sevmesi ne kadar özgür ve ferah bir duyguysa, varoluşunu karşısındaki kişi ile tamamlayan, onsuz bir şey yapamayacağını hissedip kendi mülkü ilan ederek, ilişkisini bitmeyen bir zorunlu hizmete dönüştürenler o denli boğucu ve iç daraltıcı…
Bir de işin romantizm kısmı var. Romantik anlar güzel tamam ama romantizm berbat bir şey. İnsanı tutkudan, coşkudan uzaklaştıran bir rehavet hali. Çoğu insan bir Romeo bulmak ya da Juliet gibi sevilmek istiyor. Oysa Romeo ve Juliet tarihin en kötü aşklarından biri. Her şeyden önce çok gençler. Çocuksular. Aileleri birbirine düşman. Kendi başlarına bir yaşam kurabileceklerini hayal bile edemiyorlar. Atabildikleri tek adım yaşama değil, ölüme yönelik. Oysa aşk bir yaşam şekli. Aşk bir devrim işi. İşte geçtiğimiz hafta Royal Opera House’da sergilenen ‘Romeo and Juliet’ balesini seyretmeye giderken aklımda bu düşünceler, kalbimde ise bambaşka bir heyecan vardı: Yıllardır büyük bir hayranlıkla takip ettiğim Royal Opera House baş baleti Steven McRae’yi seyredebilecek olmam. Zira benim için olayda aşk hikayesi buydu. Öyle ki, önceki gece birkaç kere uykumdan ‘kaçırdım mı yoksa’ diye panikle uyandım, sabahı zor ettim. Beni bu kadar heyecanlandıran McRae’nin hikayesi, kendine olan inancı, azmi ve dansa olan tutkusu. Bu 14 Şubat haftası onu anlatmak istedim.
Kendisini ilk defa bu yazı ile tanıyacak olanlar için kısaca tanıtarak başlayayım. Steven McRae, 1985 Sydney doğumlu, üç çocuk babası bir balet. Dans otoritelerince çok başarılı bulunan ve övgüler alan McRae 2015 yılında the Guardian’a verdiği bir röportajda dansı ne kadar sevdiğini, hayatındaki anlamından bahsettikten sonra dans endüstrisindeki adil olmayan düzeni anlatır. O sırada ‘Kuğu Gölü’nde başroldedir. Haftada altı gün, günde 12 saat molasız çalıştıklarından söz eder ve bunun insani bir durum olmadığının altını çizer. “Bazen kendimi yüz yaşında hissediyorum” der ve sıkça yaşanan sakatlanmalara dikkat çeker. Kendisi de yirmili yaşlarda aşil tendonundan sakatlanmış, ameliyat ve bir yıl tedavi sonrasında toparlayarak sahnelere geri dönmüştür. “Bir hayalin içindeydim ama hepsi elimden alındı” der. Bir daha asla dans edemeyeceğini düşünürken kendisinden ve baleye duyduğu aşktan vazgeçmez. İyileşir ve yeniden dans etmeye başlar. Ne var ki, hayat ona daha kötüsünü hazırlamıştır.
Sakatlığının ardından 16 Ekim 2019’da Royal Opera House’da sergilenen ‘Manon’ balesi ile sahnelere geri döner. Ancak ikinci perdenin sonunda doğru 2500 kişinin gözleri önünde büyük bir acıyla yere düşer. Sahneye yakın sıralarda oturanlar McRae’nin acı dolu inlemelerini duyar. Durum korkunçtur. Dans sırasında aşil tendonu bu defa tamamen kopan McRae o anki hislerini anlatırken büyük bir acıyla yere düştüğünü, üzerine basacak bir bacağı olmadığını hissettiğini söyler. Bu defa değil yeniden dans edebilmek, bir daha yürüyemeyeceğini düşünür. İyileşme süreci neredeyse iki yıla yayılır. “Dansı çok seviyorum ve kendime bir söz verdim” diyerek devam eder. İşe yürüteçle başlar. Ameliyat ve sonrasındaki rehabilitasyon süresinde bacağına önce yeniden yürümeyi sonra ufak ufak dans adımlarını öğretir.
Onu takip ettiğim süre boyunca yürüyebileceğini anladım ama bir daha dansa geri dönüp dönemeyeceği uzunca bir süre muamma olarak kaldı. Size olur mu bilmem, ben zaman zaman içimden “İyi bir şey olmasına çok ihtiyacım var” derim. Öyle günlerden birinde sahneye geri dönebilecek kadar iyileştiği haberini aldım. Dahası buna şahit olabilecektim. 9 Şubat gecesi Royal Opera House’da tarihin en kahraman Romeo’sunu seyretmeye gittim. Hiç yanyana gelmediğim bir insanın çektiği onca acıdan, yaşadığı onca korkudan sonra mahcup bir tebessümle sahneye adım atışına şahit oldum. Her adımla gözlerimin önünde gerçek bir aşk hikayesi vücut buluyordu.
İnsanın tutkuyla bağlı olduğu bir şeyi yapamama halinin ne denli derin bir uçurum olduğunu biliyorum. Zira oraya düşenlerden biri de benim.
Geçtiğimiz yıl sağ omzumdan geçirdiğim zorlu bir omuz ameliyatı sonrasında kolumu aylarca kullanamadım. Her hareketi yeniden öğrenmek zorunda kaldım. 2021’in Mart ayından sonra okuduğunuz yazıların çoğunu tek elle yazdım. Bu deneyim sayesinde daha içten empati kurmuş olabilirim. Bilemiyorum. Ancak kötüden betere hızla evrilen günümüzde iyi bir şeylerin olmasına çok ihtiyacım olan bir gecede, birçok şeye yeniden inandım. Romeo ve Juliet’i bir kenara bırakalım. Aşk bir kavuşamama durumu değil. Aşk, bir yaşam şekli. Aşk bir duruş hali.
Artık takaları maviliklere sürmekle uğraşmıyoruz, onlar geride kaldı. İçimizde saklayıp durduğumuz donanmalarımıza bayrakları çekip dalgaların üzerine üzerine gidiyoruz. Madem hayat daha zor, biz de daha kararlıyız. Gücünü aşktan alma cesareti gösteren tüm kahramanlar, hepinizi selamlıyorum.