Biz insanlar dahil tüm hayvanlar, bakteriler, arkeler, mantarlar ve virüslerden oluşan mikrobiyal kümeleşmelerle yakın ilişki içinde evrimleşmiştir. ´Mikrobiyota´ olarak adlandırılan bu mikroorganizma koleksiyonu, insan vücudundaki mikroorganizmaların en büyük yoğunluğunu temsil eden gastrointestinal sistemdeki topluluk (yani bağırsak mikrobiyotası) ile, çevreye maruz kalan neredeyse her vücut yüzeyinde yaşar. Yapılan araştırmalar, bağırsak mikrobiyotasının vvücudumuzda pasif yolcular olmaktan ziyade, bağışıklık sistemimiz, metabolizmamız ve hatta çeşitli organlarımızın gelişimi için hayati önem taşıdığını göstermekte.
Bağırsağa Neden ‘İkinci Beyin’ Deniyor?
Bağırsak, birbirinden farklı sinyal maddeleri, sinirleri izole eden materyaller ve bağlantı çeşitleri konusunda geniş bir yelpazeye sahiptir. Bu kadar fazla özelliğe sahip bir organımız daha var, o da beynimizdir. Bağırsaktaki sinirlerin bağlantısı, tam da bu yüzden bağırsak beyni olarak adlandırılır; kendisi beyin kadar büyük ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Daha teknik adıysa enterik sinir sistemidir.
Bağırsakla bağlantılı sinyaller beynin çeşitli bölgelerine varabilir; fakat tüm bölgelere varabilme gibi bir durumları yoktur. Örneğin, görme yetimizden sorumlu, beynin arka kısmında bulunan yere hiçbir şekilde varamazlar. Eğer öyle olsaydı bağırsakta olup biteni resim ve efekt olarak beynimize kazırdık. Bu sinyallerin varabildikleri yerler insula, limbik sistem, prefontal korteks, amigdala, hipokampus ve anterior singulat kortekstir.
Bağırsak mikrobiyotası ayrıca sinyal moleküllerinin bağırsak lümeninden bağışıklık hücrelerini ve enterik sinir sistemi nöronlarının terminal uçlarını içeren lamina propriaya geçişini kontrol eden bağırsak bariyer bütünlüğünü veya portal dolaşımı etkileyebilir. Bağırsak bariyer bütünlüğü, anksiyete, otizm spektrum bozukluğu ve depresyon gibi bazı nöropsikiyatrik durumlarda bozulabilir. Sinir sisteminde stres, bağırsak ortamını ve mikrobiyota bileşimini değiştirebilir.
Bağırsak Mikrobiyotasının Depresyondaki Hayati Rolü
Yüzen fare deneyi, motivasyon ve depresyona dair oldukça etkileyici bir deneydir.
Bir fare, minik bir havuza oturtulur. Ayakları yere değmediğinden dolayı, suda çırpınmaya başlar; amacı karaya ulaşmaktır. Depresif özelliklere sahip fareler, uzun süre yüzmez. Ara ara, isteksiz bir biçimde çabalarlar. Beyinlerinde motive edici ve harekete geçirici dürtülerden çok, kısıtlayıcı sinyaller devreye girer. Ayrıca stres ön plandadır. Normal şartlarda bu fareler üzerinde antidepresanları denemek mümkündür. Antidepresanı aldıktan sonra uzun süre yüzmeleri, antidepresanın fareler üzerinde de etkili olduğuna yönelik önemli bir işaret niteliği taşır.
İrlandalı bilim insanı John Cryan’ın oluşturduğu bir ekip, yüzen fare deneyini biraz daha ileri bir aşamaya taşıdı. Farelerden birkaçını bağırsağın temizliğinden sorumlu bakterilerle besledi (Lactobzillus rhamnosus JB-1). Bu vesileyle bağırsakları yenilenmiş kadar olan fareler, gerçekten de daha umutlu ve uzun süreli yüzmeye başladı. Kanlarında yer alan stres hormonlarında da kayda değer bir azalma gözlemlendi. Ayrıca, hafıza ve öğrenmeye yönelik testlerde diğer farelerden daha başarılı sonuçlar elde ettiler. Lakin bilim insanının vagus sinirini fareden ayırması durumu, fareyi bu açıdan geriletti ve diğerleriyle aynı aşamaya sürükledi.
Hayvan çalışmalarından elde edilen bu bulgular, bağırsak mikrobiyotasının depresyondaki hayati rolüne dair güçlü kanıtlar sağlıyor.
Korku ve depresyona maruz kalan herkes, sıkıntılı bir karnın buna yol açıyor olabileceğini de hesaba katmalıdır. Bazen haklı çıkılabilir çünkü bu duygular aşırı yoğunluktan da; farkına varılmadan, yanlışlıkla alınmış bir besinden de kaynaklı olarak ortaya çıkmış olabilirler. Suçu her daim beynimizde veya yaşanmışlıklarda aramak yanlış olur; çünkü biz bunlardan fazlasıyız
Anne Karnında da Bakteri Mikrobiyotası
Klasik bilgi bağırsak mikrobiyotasının doğumdan hemen sonra şekillenmeye başladığı ve anne karnında bağırsak sisteminin steril olduğu yönündeyken, son çalışmalarda anne karnında da bakteri varlığı gösterildi. Bu bakteri birikiminin de bebeğin ilk dışkısı olan mekonyumdan kolonizasyon sonucu oluştuğu düşünülüyor.
Bu kolonizasyon doğumdan önce bebeğin bağırsak mikrobiyotasının şekillenmesine katkıda bulunur. Bebeklerde doğum şekli de bağırsak mikrobiyotası oluşumunda çok önemlidir.
Doğum sırasında doğum kanalından normal doğum olursa bebek vajinal kanaldaki birçok mikroorganizma ile karşılaşarak sindirim sistemi mikrobiyotası oluşur. Sezeryanla doğan bebeklerin bağırsak mikrobiyotası ise cilt florası ile benzerdir. Emzirmeyle yeni doğan bebek annesinden mikroorganizma almaya devam eder. Sezaryenle doğan ve anne sütüyle beslenmeyen bebeklerin mikrobiyotası normal doğumla doğan ve anne sütü alan bebeklerden farklıdır. Büyürken yediklerimizden, içtiklerimizden, çevremizden, temas ettiğimiz kişilerden pek çok mikroorganizma alırız. Alınan mikroorganizmalar kimi zaman dost, kimi zaman düşman, bazen de ikisinin karması olabilir. Sağlıklı bir insan vücudunda dost mikroorganizmaların sayısı ağır basar. Dost/ düşman mikroorganizmaların oranı yaklaşık 80/20’dir. Erişkin dönemde bağırsak mikrobiyotası son şeklini alır. Yaşlanmayla birlikte ise mikrobiyotadaki mikroorganizma sayısında ve çeşitliliğinde belirgin azalmalar meydana geldiği görülür.
Sağlıklı Bağırsaklar için Probiyotik
Bağırsak-bakteri dağılımında zaman içinde bozulmalar olabilmekte. Başta sağlıksız beslenme olmak üzere antibiyotik kullanımı ve yaşlanmaya bağlı olarak bakteri dengesi değişir.
Faydalı bakterilerin sayısının azalması, zararlı bakterilerin sayısının artmasıyla birlikte bedensel ve ruhsal sorunlar ortaya çıkabilir. Bağırsaklardan kana karışan bakteri kaynaklı zehirler (lipopolisakkarit yapısındaki endotoksinler) beyne ulaşarak nöronların çalışmasını çeşitli şekillerde bozar. Batı tipi (fast-food ve yüksek karbonhidratlı) beslenme sonucunda sadece obezite değil aynı zamanda depresyon, kaygı bozuklukları ve bunama riski artar. Psikiyatrik ilaçların etki mekanizmalarından biri de bağırsaklardaki bakteri dengesini olumlu yönde değiştirmesidir.
Özellikle sezeryan yoluyla doğan ve vajinada bulunan annedeki probiyotikleri almadan dünyaya gelen bebekler ciddi sindirim sorunları yaşamaktadır. Bu nedenle bebek ve çocuklarda bağırsaklarının gelişimi sırasında destek olmak üzere probiyotik kullanılması gerekebilir. Probiyotikler bakteri dengesini sağlayarak zarar verici mikroorganizmaların etkisiz hale getirilmesi, çeşitli hastalıklarla baş edilmesi ve bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde etkilidir.
Probiyotiklerin görevlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
• Bağışıklığı düzenler ve yiyeceklerin hazmını kolaylaştırır.
• İshalin, kabızlığın önlenmesi ve tedavi edilmesine yarar.
• Vitamin sentezi yapar.
• Bağırsak duvarını zararlı maddelerden korur.
• Bağırsak geçirgenliğini azaltarak zararlı maddelerin (toksinler) kan dolaşımına geçmesini engeller.
• Zararlı maddelerin kan dolaşımına geçmesini engelleyerek besin alerjilerini, egzamayı ve kronik enflamatuvar (iltihabi) hastalıkların oluşmasını engeller.
• Kanseri önleyebilir.
• Ağır metallerin birikimini ve emilimini engelleyerek otizm bulgularını hafifletebilir.
• Bebek ve çocukların bağırsak florası ve bağışıklık sisteminin desteklenmesinde kullanılabilir.
• Yukarıdaki çalışmalara istinaden depresyonu hafifletebilir.
• Böbrek taşı (okzalat) oluşumunu azaltabilir.
Tedavi Yaklaşımlarını Nasıl Etkileyecek?
Bu çalışmalar ışığında, mevcut paradigmalara bir meydan okuma gelişebilir; bağırsakta hücre yenilenmesine ve soy dizilenmesine dair bilgimiz daha da gelişti. Bu önemli araştırma sonuçları temel alınarak örneğin, bir kronik hastalık sırasında bağırsak kök hücre soylarında farklılaşmanın nasıl gerçekleştiğini haritalandırabiliriz. Dolayısıyla bu hastalıklarda farklılaşan soyların atalarını hedef alan tedaviler geliştirmek mümkün olabilir.