Orta Çağ'sız kent kurmak...

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
23 Şubat 2022 Çarşamba

Bundan altı yıl önce o günkü hayat şartlarımızın da itkisiyle, hem de gecikmiş bir şekilde, yıllarca oturduğumuz Bebek üstü/Etiler bölgesinden çıkıp şehrin kalbi saydığımız Şişli/Bomonti yöresine taşındık. Yoksul bir üniversite hocası ve yöneticisi olarak kendimize göre bir apartman dairesi bulduk, içini ihtiyaçlarımıza göre düzenledik. Temel ihtiyacımız on binlerce kitaplarımızı koyacağımız, evi çepeçevre dönen kitaplıklardı. İki daireyi birleştirdiğimizden ilginç bir mimarlık tasarımıyla bu sorunu ancak kısmen çözebildik. Sonunda büyük, geniş ama işlevsiz bir kütüphanemiz oldu. Şimdi tek bir, evet bir tek, fazla kitap koyacak yerimiz yok. Duvarlara koleksiyonumuzun yapıtlarını asınca işimiz bitmiş, bize de daha Etiler’deyken hayatımızın neredeyse tamamını geçirdiğimiz merkez-kentin zevkine varmak kalmıştı. Öylece de yaşadık. Tek derdimiz daha önce gördüğümüz denizi artık göremeyişimizdi. Fakat evin arkasındaki avlunun ağaçları bu defa bize başka bir ‘vista’ ve peyzaj açıyordu.

Aşağı yukarı üç-dört yıl bu şekilde devam ettik. O arada İstanbul’un bitmez tükenmez tartışma konusu olan Beyoğlu, Cadde-i Kebir, yani Pera hallaç pamuğu gibi atılmıştı. İstanbul entelijansiyasının ve boheminin yerleşim alanı olan Cihangir’de fiyatlar alabildiğine pahalılaşmıştı. O çevrelerin insanları bizim taraflara akmaya başladı. Öyle ki, o sırada çalıştığım Kadir Has Üniversitesinden hangi hocayla konuşsam, baktım, bizim evin çevresine yerleşmiş. Derken mahallenin biraz aşağısında özellikle Feriköy tarafında Afrikalılar, siyahlar belirdi. Onları bilhassa pazar günü özel giysileriyle görmek çok güzeldi. Mahallenin kozmopolit yapısı, özellikle Ermeni kültürünün bize iki adım uzaktaki Kurtuluş’taki mevcudiyeti bize gerçek manada bir şehirde yaşadığımızı hissettiriyordu. Keşke bölgenin Ermeni, Yahudi, Rum ve Levanten kültürü daha güçlü olsaydı. Daha mutlu olurduk.

***

Bir süre böyle gittikten sonra, şu malum ve meşhur pandemiden hemen önce, bölgede yaşama şartları güçleşmeye başladı. Kaldırımda ardımızdan gelen, boğucu sesleriyle bedenimize dokunan motosikletler, tek yönlü cadde trafiğinin neredeyse yüzde 40’ını kaplayan ters ve elbette kaçak trafik, kaldırımları yürünemeyecek hale getiren köpek pislikleri, omuz atıp geçenler, trafiğe umursamazcasına iki-üç sıra halinde park etmiş araçlar, uyardığınız kişiden bir dayak yemeyişinizin kalması ve daha olmayacak bin türlü şey sokakları çekilmez hale getiriyordu. Derken pandemi, derken git gide pahalılaşan hayat...

Hemen belirteyim, steril, ‘gated community’ denen, duvarla içinde bulunduğu çevreden koparılmış site hayatı, kendisini New York’ta sanan, o pozlar içinde olan ama orada yapamayacağı her şeyi yapmayı burada kendisine hak gören narsisistik kültürle ‘malul’ (sakat) insanların yaşadığı modeller ve semtler aklımın alacağı şeylerden değildir. Hepsinden nefret ederim. Kente, onun karmaşasına, canlılığına, diriliğine ve elbette düzensizliğine aşığımdır. Öyle İsviçre veya Alman ‘düzenliliği’ de bana uzaktır. Paris, New Yok gibi kentlerde ömrü geçmiş birisi olarak başka ne düşünebilirim ki?

İngilizcede ‘embarrassment of the riches’ diye bir terim vardır. Zenginlerin ‘efendim, mahcubum ama dördüncü arabamızı aldık, çaresizce’ deyişi türünden saçmalıklarını anlatır. O tür duygu ve tavırlardan da nefret ettiğimi de ‘neden bizde ‘sherry’ eklenen ‘cortado yok’ diyenlerden köşe bucak kaçtığımı da ‘full discloure’ babında zikredeyim. Kent bu kıvamdaki insanların değil, onu soluk soluğa yaşayanların, kendi çoğul, eklektik, heterojen kültürünü üretenlerin mekanıdır. Zevki, lezzeti, hazzı bu dokusundadır. Kent yeraltıdır. Sıradışılıktır. Uyumsuzluktur.

Gene de bunların hiçbiri kent hayatının yaşayana zindan edilmesini meşrulaştırmaz. Saydıklarımı sakin kafayla düşünülür ve bu konuya çok zihin yormuş Richard Sennett gibi akademisyenlerin kent dediğimiz yapıya dönük irdelemeleri okunursa bu gerçeğin ne kadar güçlü olduğu görülür. Benzeri bir görüş Marksist ve çok farklı (o kadar da önemli) bir açıdan kente bakan David Harvey’in yazdıklarında da içkindir. Bahsettiğim görüşlerin arkasında kentlerin Orta Çağdan bu yana çok önemli bazı çekirdekler etrafında dönüşerek gelmesinden kaynaklanan hukuklar yatar. Kent hukuk demektir. Kenti ve dayandığı yerel yönetimi merkezi otorite karşısında güçlendirmeyi hepimiz istiyoruz değil mi? İşte onun yolu Orta Çağ’dan beri devam eden bu kent kültürünün bilinmesinden, benimsenmesinden geçer.

***

Orta Çağ’da çok kuvvetli, karmaşık kent dokuları vardı. Fakat bunların en önemli unsurlarından biri kentlerin içinde yaşayanların hukukunu düzenleyiş biçimiydi. Bir kentin kent olması, kazandığı ‘charter’lar yani sözleşmeler aracılığıyla mümkün oluyordu. Bırakın kentleri, söz ettiğim dönemde köyler bile bizim bugün bildiğimizden çok değişik özellikler gösteriyordu. Köyler/köylüler kendi kendilerini ‘yerel birimler’ aracılığıyla yönetiyor, ortak bir hukuk sistemi içinde karar alıyor, bir tür öz-yönetim sistemi içinde yaşıyordu. Lynne Eliot’un yapıtlarını okuyanlar bu meseleyi enine boyuna öğrenir. Ayrıca, hemen belirteyim ki, Orta Çağ yerleşim mekânı bildiğimiz kent/medine değildir. Kasabadır (town). Medine’nin veya ‘belediye’ sözcüğünün türediği ‘beled’in kasaba olmadığını gösteren bir kaynak da yoktur. Kısacası, Eliot bu merkezler arasındaki ve içindeki ilişkilerin çok yoğun ve karmaşık bir hukuk sistemine dayandığını ve spesifik sözleşmeleri ve anlaşmaları içerdiğini fevkalade biçimde gösterir.

Biz Anadolu Orta Çağından geliyoruz. O tarih döneminde bu yerleşmelerin gerçeğini yeterince bilmiyoruz. ‘Hiç bilmiyoruz’ demedimse, utandığımdandır. Nedenini de belirteyim: bu konu o kadar basit değildir. Bir kere Orta Çağ dediğimiz zaman, aşağı yukarı, 6-16. yüzyıllar arasında uzanır. 6-12. yüzyıllar arasında Anadolu’da Türk-Müslüman nüfus yok denecek kadar azdır. Bazı kabileler, boylar belli şekillerde Anadolu’ya gelmiştir. Kitlesel göçün yılı 1071’dir. (Ortaokul tarih bilgisi dışında bir şey merak ederseniz belirtelim, Alparslan önce Ani’yi almış (1065) ardından 1071’de Bizans İmparatorluğunu alt etmiştir. Otuz yıl sonrasında 12. yüzyıl başlar. O tarihe kadar Anadolu şehirleri Bizans ve Ermeni İmparatorluğuna aittir. Başka kavimlerin oluşturduğu ufak tefek birimlerin mevcudiyeti bu gerçeği değiştirmediği gibi, Bizans İmparatorluğu kontrolü altına girdikten sonra da Ermeni varlığının Anadolu’daki etkisi açıktır.

Öyleyse Anadolu kent tasarımının ve yapısının bu karmaşık kültürel dokudan, farklı hukuk sistemlerinden kaynaklandığını varsaymak gerekir. Benzeri bir durum Avrupa’daki farklı kavimler tarafından da serimlenir ama Roma İmparatorluğu sonrası Orta Çağ tam da aradığımız çözümün kaynağıdır. İstilaların hâkim olmaya başladığı kıtada ana mesele merkezi bir iktidarın/otoritenin/yönetimin olmamasıdır. O olgunun adı feodalitedir ve bu yönetim yapısı yerellikleri güçlendiren bir model geliştirmiş, o da anlaşmalar ve ondan çok farklı bir şey demek olan sözleşmelere dayanmıştır. Modern kente de bu anlaşmalar ve sözleşmelerle yani hukuk sistemiyle intikal edilmiştir. Oysa Anadolu 20. yüzyıl başına kadar merkezi otoritenin haddinden fazla güçlü olduğu İmparatorluk kültürünün etkisi altındadır.

Bugün İstanbul’u dolduran ve şimdi çeşitli kent bilimcilerin kentin ‘çöküşüne’ yol açacağını söyledikleri büyük göç dalgası Avrupa feodalitesi benzeri kültürel ve hukukî yapıdan mı geliyor, doğrusu sorulması gereken sorudur. Cevabı kocaman bir ‘hayır’dır. Anadolu’yu belki de haddinden fazla gezmiş birisi olarak kasaba kültürünün yani Anadolu ‘kent’ biriminin bir örf (custom) içinde cereyan ettiğini belirtmeliyim. Ama bu kültür büyük şehre gelince lumpenleşmeye dönüşüyor, çünkü kitle artık ne kentlidir ne de kasabalı.

İkincisi, sözleşme anlayışı bizde namevcuttur. Merkezdeki otorite bu kadar güçlüyken kiminle sözleşme yapacak? Kent alanının kuralsızca kullanılması tamı tamına bu nedenden kaynaklanır. Çünkü bizde kasabalar kent, kentler de kırsal alan mantığına dayanıyor. Herkes kenti kuralsızlığın egemen olduğu, keyfince yaşayacağı bir yer sanıyor. Yerel yönetimin hukuk icraatı yönünde karar alamaması da işin tuzu biberi oluyor.

Bütün bunlar tamam ama bir de Türkiye’nin bütünüyle bir ‘yeraltı toplumu’, ‘illegeal toplum’, ‘kaçak toplum’ olması var ki, ona da bir başka yazıda değineyim.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün