Tarihimiz farklı ırklara yönelik toplu saldırılarla yaralı!

Değerli yazar ve sinema eleştirmeni Atilla Dorsay´ın 1988´den itibaren Türkiye ve dünyada yaşanan ırkçılık olayları ile ilgili köşe yazılarını derlediği kitabı ´Irkçılığı Gördüm Tanıyorum´ Varlık Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Dorsay´ın her dönem, ´İnsanoğluna musallat olmuş en büyük belalardan biri´ olarak tanımladığı ırkçı saldırılara karşı duruşu, yeni nesillere örnek olacak nitelikte.

Zehra ÇENGİL Söyleşi
23 Şubat 2022 Çarşamba

Osmanlı Devleti ve günümüz Türkiye’sinde de azınlık haklarına karşı toplumun tutumunu değerlendiren Atilla Dorsay, “Tarihimiz Varlık Vergisi’nden 6-7 Eylül olaylarına farklı ırklara yönelik toplu saldırılarla yaralıdır. Her aile çocuklarına ırkçılığın ne kadar kötü bir şey olduğunu öğretmeli. Sinemada bu acı olayları anlatma konusunda o kadar da cesur değiliz ama emin olun hiçbir ülke kolay kolay işlediği kolektif suçların peşine düşemiyor” dedi.

Irkçılığı Gördüm Tanıyorum’ adlı kitabınızda, belki de dünyanın en kolay düşülebilecek tuzaklarından birini anlatıyorsunuz. Uzun yıllardır süregelen meslek ve sosyal yaşamınızda ırkçılıkla karşılaştığınız durumlarda nasıl tavırlar aldınız? Çok yakın çevrenizde hiç ummadığınız insanların da bu yanlışa düştüklerini gördüğünüz oluyor mu, bunu aşmanın yolu nedir?

Bir kere, bu en çok paylaşılmış insani günahlardan biri. Irkçılık tuzağına düşmemiş bir ulus, devlet, millet ben tanımıyorum. Osmanlı bu açıdan biraz daha temiz bir yerde. Türk olduğum için söylemiyorum. Milliyetçiliğim var, ama daha mütevazı bir dozdadır. Osmanlı yüzyıllar boyunca bütün azınlıkları bağrına bastı, zor zamanlarda onlara kucak açtı. Bu bir erdemdir. Bizim tarihimizde de tabii müthiş ırkçılık olayları var, bunlardan masun kalamayız. Ermeni Soykırımı hâlâ tam olarak çözümlenmemiş bir olay; Hrant Dink’in şehrin ortasında katledilmesine göz yumduğumuz ve yıllar boyu bu cinayeti açığa çıkaramadığımız bir gerçek. Tarihimiz Varlık Vergisi’nden 6-7 Eylül olaylarına farklı ırklara yönelik toplu saldırılarla yaralıdır. Bunu da yenmesini bir ölçüde bildik; en azından bu olaylar gayet güzel filmlere konu oldu. ‘Salkım Hanımın Taneleri’ bir başyapıttır. Yakın çevremde çok somut bir örnek hatırlamıyorum; ama Galatasaray Lisesinde okurken benim de birtakım arkadaşlarımın katıldığı Yunan aleyhtarı gösteriler yapıldı ve ben bunu çok tatsız bulmuştum. Zaten benim ailem de sonuç olarak Balkan göçmenidir. Her aile çocuklarına ırkçılığın ne kadar kötü bir şey olduğunu öğretmeli. Biz, çocuklarımıza bunu öğrettik.

Nevruzlar, hıdrellezler, paskalyalar, yortular, Hamursuz günleri… Bunlar aslında hepsi toplumun ve inançlarımızın çeşitliliğini gösteriyor ve korumamız gereken yegâne değerler. Sizce insanlar bu çeşitliliğe neden tahammül edemiyor?

Çok güzel bir soru. Çünkü kendileri o kadar şematik bir düşünce tarzına sahipler ki... Ve kaba milliyetçilik bu ülkede Osmanlı döneminde olmadığı kadar var. O dönemde daha çok ümmet fikri hâkimdi. Birleştirici olan milliyetten çok dindi. Atatürk’ün elbette belli bir milliyetçiliği vardı, o da olmak zorundaydı. Çünkü yok olmak ve özgürlüğünü kaybetmek üzere olan, işgal altında bir halkı kurtarmak zorundaydı. Bu da belli ölçüde Türkçülük fikrine dayanmalıydı. Bu, her şeye rağmen akılcı bir milliyetçiliktir. Kalkıp bununla Devlet Bahçeli milliyetçiliğini aynı kefeye koyabilir miyiz? Mümkün değil! Şu an rejim Türk milliyetçiliğini yükseltmeyi marifet sayıyor. Aslında Türk’ün iyi yanlarını bulup göstermek ve gerçek demokrasiyi kurmak için önümüzde hiçbir engel yok.

1997’deki bir yazınızda İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura’nın Jan Zakari’ye laf attığını ve bu ülkede yaşayan levantenlere ‘Onlar izin verdiğimiz için bu ülkede yaşayan yabancılar’ gözüyle baktığını ifade ettiniz. Sizin de mutlaka ülkede yaşayan azınlık toplumlarından çok dostlarınız vardır. Türkiye’ye bağlılıkları toplumun çoğu kesiminden daha fazla. Bu dogmalardan toplumu kurtarmak için sadece eğitim yeterli mi?

Eğitim aile içinde başlıyor ve sonrasında toplum devreye giriyor. Toplumsal eğitim denen bir gerçek var. Çocukluğumda çevremizde daha çok Musevi vardı, komşumuz Roza Hanım’ı hatırlarım mesela... Birçok Rum, Ermeni, Yahudi arkadaşım oldu. Türk sinemasında birçok Ermeni oyuncu yer aldı. Okuldaki eğitimin de yeterince çağdaş olması lazım. Toplumun bize dayattığı değerler konusunda sanki biraz çuvallıyoruz. Siyasetçilerimizin de bunda büyük suçu var. Sürekli olarak herhangi bir ırka, ülkeye saldırmamaları ve genel bir barış havası yaratmaları gerekiyor. Atatürk bunu yaptı, bütün devletlerle dostluk ilişkileri kurdu.

“KÜÇÜKKEN HIRSIZLIK YAPTIM, AMA IRKÇI OLDUĞUMU HİÇ HATIRLAMIYORUM”

‘Irkçılık insanoğluna musallat olmuş en büyük belalardan biridir’ bilincine ulaşmanız kendi adınıza uzun bir zaman aldı mı? Özeleştiri yapmanız gereken bir olay yaşadınız mı?

Özeleştiri yapmam gereken çok şey var, bunu ilk anılar kitabımda anlattım. Hırsızlık yaptım, bunun gibi birtakım şeyler oldu; ama öylesine ırkçı olduğumu hiç hatırlamıyorum. Galatasaray Lisesinde farklı ırklardan arkadaşlarımız vardı; ama onlarla çok samimi dosttuk. Bu şehri gezip her ırka ait muhteşem binaları, kiliseleri, sinagogları, törenleri izledikçe hep hayran kaldım. Bu eserleri görüp duyduğum estetik heyecan, hiçbir şeye benzemiyor. Türkiye’den o kadar çok uygarlık ve inanç geçmiş ki, tek başına bu bile bize ırkçı olmamayı öğretmeli.

Dostunuz Ara Güler’in size yıllar önce Ermeni olduğu için devletin iltifatına ve sevgisine ulaşamayacağı ve ona ödül verilmeyeceğini düşündüğünü üzülerek yazmışsınız. Güler, 2005 yılında ‘TC Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ sahibi oldu. Devlet ırkçılık konusunda yol kat etti mi?

O yıllar, AKP iktidarının ırkçılıktan nispeten uzaklaşmayı denediği yıllardır. Çünkü kabul etmek lazım ki, Türkiye’de son zamanlarda ırkçılığın en büyük tezahürü Kürt halkına karşıdır, dayanılmaz bir düşmanlığımız var. 2000’lerin başında gerekli ilişkileri kurmak için bir girişim yapıldı. O liderin teröristlerin işlediği suçlarda hiç payı olmadığını iddia etmiyorum, hiç vicdanlı ve temiz bir adam değil. Erdoğan yönetiminin kurmayı denediği bu ilişki ve araya sanatçıları da koyup ‘akil adam’lardan yararlanması, bana çok olumlu gelmişti. Ama sonra iktidar çileden çıktı ve giderek Kürtlerin en demokratik şekilde kurdukları partiyi bile karşılarına aldı. Her yere kayyumlar yolladılar, milletvekillerinin haklarını ve dolayısıyla bu insanların Türk siyasi hayatına katılma şanslarını ellerinden aldılar. Bu adamların sonunda dağa çıkmaktan başka çaresi kalmayacak, bu mudur istenen? Ben çok politize bir adam değilim, çok ayrıntıya girmek istemiyorum. Ama böyle düşünmemek de mümkün değil.

“İNSANLAR AVRUPA’YA KAPAK ATMAYA ÇALIŞIYORLAR”

Genç kuşaklar ırk düşmanlığı, tutuculuk gibi konularda üst jenerasyonlarına göre daha uygar bir bakış açısı sergileyebiliyorlar mı? Yunanistan’la ilgili örnek verdiğinizde Türkler ile barış içinde yaşamayı çok arzu ettiklerini vurguluyorsunuz mesela. Türkiye’deki gençler hakkındaki izleniminiz nedir?

Türkiye’deki gençler her açıdan daha çağdaş ve modern. Dünyada neler olduğunu, olması gerektiğini en azından bizim kadar görüyorlar ve şu çağda yaşanan göçmen olayı onların da gözünü açıyor. Gerçi bu göçten çok yakınan var. Gerçek anlamda ırkçı değilseniz, çok da şikâyetçi olmamanız lazım. Makul bir çerçeve içinde buraya yerleşmeleri mümkün olabilmeli, ama galiba o çerçeve de aşıldı. Dünyada büyük bir göç olayı var. Kuzey Afrika’dan, Ortadoğu’dan, bir sürü insan çağdaş ülkelere -başta Avrupa olmak üzere- kapağı atmaya çalışıyor. Batı da bir ölçüde haklı olarak, bu kadar büyük göç dalgalarını kabul etmiyor. Arada Türkiye çok tercih ediliyor, bütün denizlere kıyısı var. Bunların çözümlenmesi için akıllı bir iktidar, insani bir yönetim, çağdaş bir siyaset lazım. O konuda da çok umutsuz değilim, çünkü şimdiki yönetimin gitme zamanı geldi bence.

‘Azınlık toplumlarının sermayelerini Müslümanlaştırma gayretkeşliğine dönüşen Varlık Vergisi’ ifadeleriyle çok hazin bir döneme de kitabınızda birkaç kez değiniyorsunuz. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Trakya Olayları mesela, neden eğitim sistemimizin müfredatında yer almıyor?

Bütün bunları bilmemiz lazım, burada sinemanın faydasını görüyoruz. ‘Güz Sancısı’ daha önce buna değinen bir filmdi, ‘Salkım Hanımın Taneleri’ de klasik oldu. Televizyonlarda defalarca gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kürt yönetmenler çıktı, son zamanlarda kendi davaları konusunda gayet iyi filmler yaptılar. Bunlara da toleransla yaklaşmalı ve desteklemeliyiz diye düşünüyorum.

“HİÇBİR ÜLKE İŞLEDİĞİ KOLEKTİF SUÇLARIN KOLAY KOLAY PEŞİNE DÜŞEMİYOR”

‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nden sonra, Türk yapımı olarak azınlıkların yaşadıkları acı dönemleri işleme gayretinde bulunan ne kadar yapım oldu? Örneğin benim de yakın dostlarım Aren Perdeci ve Ela Alyamaç’ın bir çocuğun gözünden 1915 Ermeni tehcirini anlattığı film, Türkiye’de vizyonda uzun süre kalmayı başaramamasına rağmen Star Wars - Jedi’ın Dönüşü filminin yapımcısı Howard G. Kazanjian ve Arnold Schwarzeneger gibi isimlerden övgü aldı. Beyazperdede ne kadar cesuruz?

‘Yitik Kuşlar’ filmini duydum ama izleme fırsatım olmadı. Gerek Varlık Vergisi, gerek 6-7 Eylül’ü anlatan filmlerin yapılabilmesi çok önemli ama yeterli değil tabii. Hrant Dink’in hayatını anlatan bir film yapılmalı bence, çok önemli bir lider ve haksız yere öldürüldü. O kadar da cesur değiliz; ama emin olun hiçbir ülke kolay kolay işlediği kolektif suçların peşine düşemiyor. Kimse kendi soykırımlarını kolay kolay kabul etmez.

“SCHINDLER’İN LİSTESİ FİLMİNİ HER İZLEDİĞİMDE AĞLARIM”

Polonya Auschwitz’i ziyaret ettiğinizde hissettiklerinizi anlatır mısınız? Bunu işleyen her filmde hâlâ ağlıyor musunuz?

Eşimle birlikte çok etkilendik. Kıyımın, ölümün, acının, ızdırabın, kaybın, günahın müzesi haline gelmişti. Kolay kolay unutamayacağım bir ziyarettir. Nazi Soykırımı beni hâlâ çok üzen bir olaydır. İster belgesel ister film olsun çok duygulanırım. ‘Schindler’in Listesi’ni her izlediğimde ağladım. Yahudiler bunu unutmuyorlar ve bunu çok iyi anlıyorum. Pişman olunması, günah çıkarılması yetmez. İnsanlık bunu kesinlikle ve her zaman, hep bilmeli, hatırlamalı. Yahudi ırkı öyle bir ırk ki, dünyayı değiştiren isimler ortaya koymuş. Karl Marx olmasaydı komünist bir rejim hayal edilebilecek miydi, Sigmund Freud olmasaydı psikoloji ve insan karakterini inceleme, bütün nüanslarıyla kavrama olayı var olacak mıydı? Stefan Zweig olmasa o eserlerin yerini kim dolduracaktı? Düşünün toplama kamplarında ölen altı milyon kişi arasında, insanlığa katkısı olabilecek kimler vardı, asla bilinmeyecek.  Bu büyük trajedi. Akıl ve vicdan sahibi herkesi hep rahatsız etmeli.

Son olarak Şalom Gazetesi ve Dergisi’nin kültürel çeşitliliğe katkılarını ve Ladino gibi köklü bir dili korumak için gösterdiği çabaları nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Kitabımda da bu konu hakkında bir yazıya yer verdim. Şalom Gazetesi ve Şalom Dergi’yi çok yararlı buluyorum. İçinde Türkiye’deki Musevi toplumunun yarattığı işler, ortaya koyduğu eserler, yazdığı kitaplar ön planda belki. Ama ‘Ben Yahudi’yim, gazete ve kitabı kendi dinim, ırkım, insanlarım için çıkarıyorum’ diye bakmıyor meseleye ve üzerinde yaşadığı bu topraklardaki her önemli adımı, kişiliği ve çabayı anıyor, değerlendiriyor, hakkını veriyor. Onlara çok teşekkür ederim.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün