Sorgulayalım… Struma faciasının temelinde ne yatar?
Kilise asırlardır Yahudi karşıtı bir tutum izlemiş, Doğu Avrupa da bundan payını bolca almıştı. Antisemit faaliyetler bu tür felaketlerin temelini oluşturur. Halkın ruhuna ırkçılık işlendiğinde facianın temelleri atılmış olur. Geçmişte örnekleri çoktur. Tabii Naziler bu olgudan en çok faydalananlar olmuş ve Goebbels’in önderliğinde müthiş bir propaganda mekanizması kurmuşlardı. Her ne kadar amaç soygun ve talan olsa da işler oralarda kalmamış, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştu. Tarihlerine ortadan kaldırılması mümkün olmayan utanç dolu kara bir sayfa yazmışlar ve milletlerini insanlık tarihinin en ağır suçuna ortak etmişlerdir. Bu mekanizmayı sadece Almanya’da değil ortamı müsait buldukları her ülkede kurmuşlardı. Sadece Avrupa’da değil Türkiye ve Arap ülkelerinde de yoğun faaliyet göstermişlerdi. Goebbels Babıali’de ofis açıp yerli basına devamlı çirkin karikatürler ve devamlı antisemit malzemeler servis etmişti.
Kudüs Müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni ile iş birliği yapıp Arap alemine ırkçılık tohumlarını ihraç edenler de Nazilerdi. Batı’da yürütülen antisemit akımların da bu zavallı zihniyetin geri ihracı olduğu düşünülebilir. Zehirli tohumların ekilmesi çok geriye gider.
Yalan ne kadar büyükse inananı da o kadar çok olur düsturunun güzel bir örneği de ‘deicide’dır. İsa Peygamberi Tanrı’nın oğlu kabul edenler O’nu Yahudilerin öldürdüğüne ve Tanrı katili olduklarına inandırılmıştı. Önemli dini bilgiler paylaşırmış gibi yapan cahil anneler de çocuklarına bu masalı anlatır ama onlara İsa’nın Yahudi olduğunu söylemezdi. Bu, o kadar güçlü bir inanç haline gelmişti ki Hristiyanların II. Apostolik Konsilinde doğru olmadığı zapta geçse de hiçbir şey değişmemişti. Yani Kilise’nin Papa’dan başlayarak ileri gelenleri dahi atalarının yarattığı Frankenstein’ı yok edememişti. Apostolik konsillerin kararlarına din görevlilerinden başlayarak Hristiyan aleminin külliyen uyması gerekmektedir.
Nazilerin suç ortakları
Struma, ırkçılığın ilmini yazmış Nazilerin ve daha önce yayılan antisemit faaliyetlerin sonucudur. Almanlar Romanya’da Yahudi öldürmemiş ancak halkı yoğun propaganda sonucunda eyleme yöneltmiş ve onları da suç ortağı haline getirmişlerdi. Katliamları Romenler Almanların tahrikleri sonucunda ve onların gütmesiyle yapmıştı. Taktik zaten dinen hazırlanmış bu halkları maşa olarak kullanıp menfur icraatları onlara yaptırmak suretiyle kendilerini hayallerine göre temize çıkarmaktı; “biz yapmadık onlar yaptı”.
İlginç bir olay da Almanya’nın ileri gelen güçlü ve dürüst din adamı Kont, Müster bişopu, Kardinal Clemens August Graf von Galen’in Hitler’e karşı çıkıp felaketler yaratan dogmasını yermesi ve yaptıklarının hatalı olduğunu söyleme cesaretini göstermiş olmasıdır. Onun örnek teşkil eden çabaları sonucunda Hitler ölüm kamplarını Almanya dışına çıkartıp Polonya, Letonya ve diğer ülkelere kurmuştu.
Tabii “deicide” tek büyük yalan değildir. Ondan daha büyüğü de “kan iftirası”dır. Bu olgu ülkemizde pek bilinmez zira Manisa’da meydana gelen ilk eyleme Kanuni Sultan Süleyman el koyup, müsebbiplerini en ağır şekilde cezalandırarak bu korkunç yalanın eyleme dönüşmesini kökünden engellemişti. Kan iftirası, çoğumuzun bildiği gibi Hristiyan aleminde yaygındır. Hikaye, Yahudilerin Hamursuz Bayramında bir Hristiyan çocuğu öldürüp kanını bayramda ekmek yerine yenen hamursuz ekmeğinin imalinde kullanıldığıdır. Yalan ne kadar saçma ve büyük olsa da inananı da çok olmuştur.
En değerli varlıklarımız çocuklarımız. Tabiidir ki onların hayatına tehdit oluşturacaklardan nefret ederiz. Bir Hamursuz Bayramında aile yemeğimize katılan, Robet Kolej mezunu görgülü bir Ermeni dostumuz, annesinin ona Hamursuz’da sokağa çıkmamasını tembih ettiğini anlatmıştı. “Bak çıkarsan Yahudiler seni çivili tambura sokar ve kanından hamursuz ekmeği yaparlar” diye 20. yüzyıl İstanbul’un oğlunu korkuturmuş. Hamursuz ekmeği bembeyaz un ve suyla yapılan bir yiyecek. Kan bunun içine nasıl girer? Ayrıca Yahudilikte kan içmek günahtır. Nefret, bu duyguyu taşıyanın ruhunu hissettirmeden zehirler, maalesef Romanya’da olduğu gibi Batı’da da yaygınlaşmıştı.
Gelelim Struma olayının kendisine... Facia 24 Şubat 1942’de Şile açıklarında Stalin’in talimatı ile torpidolanması, içinde bulunun hamile kadınlar ve çocuklar da dahil 769 kişinin Karadeniz’in soğuk sularına gömülmesiyle yaşandı. Peki bu takadan bozma geminin orada ne işi vardı? Bunun acıklı serüveni de insanın ne kadar duygusuz ve gaddar olabileceğine ışık tutar niteliktedir. Birazdan inceleyeceğiz.
Holokost katliamları medeni Avrupa’yı sarmışken Yahudiler de bu faciadan kurtulma çabası içine girmişti. 1941 sonlarında Avrupa’dan kaçmanın tek yolu kalmıştı, o da İstanbul üzerinden Filistin’e gitmekti. Mussolini yönetiminde İtalya kapılarını kapatmıştı, İtalya üzerinden deniz seyahati artık mümkün değildi. Bir başka göç yolu ise Portekiz üzerinden Amerika’ya ulaşmaktı. Bu yolculuğun iki büyük engeli vardı. Biri Amerika’nın Roosevelt zamanında dar olan göçmen vize kotalarını devreye sokmamış olmasıyd. Ayrıca 50 bin dolarlık servet veya kefalet bulundurma şartı vardı. Franco yönetiminde olan İspanya da geçilmesi imkansız kadar zordu. Romanya’dan kalkıp Portekiz’e ulaşmak hayal bile edilemezdi artık. İşte o yüzden onlarca deniz aracının Montrö Anlaşmasıyla açık olan Boğazlardan geçip Hayfa’ya gitmeyi denemekten başka çareleri yoktu. Filistin’in tercih edilme nedeni orada halihazırda bir Yahudi topluluğunun yerleşik olmasıydı. Sykes Picot Anlaşması sonucunda Osmanlı’dan koparılan topraklarda muhtelif Arap devletleri kurulmuştu. Yeni devletler de kendilerini bir millet ilan edebilmek için kendinden farklı gördükleri Yahudilere saldırmış, asırlardır Osmanlı yönetiminde mesut ve güvenli yaşam süren Yahudilerin hayatını cehenneme çevirmişlerdi. Ayrıca mülklerine el koyarak yaklaşık 800 bin Yahudi’yi kovmuşlardı. Bu göçmenlerin bir kısmı Amerika’ya, bir kısmı da Fransa’ya gitmiş, önemli bir grup da en yakın yer olan Filistin’e gitmişti. Bir oranda Arapların Siyonist düşmanlığı İsrail’in kuruluşuna yardımcı olmuştu.
Struma’ya giden süreçte Romanya
Struma’nın biraz da Romanya’da gelişen tarihine ve arka planına göz atalım. Filistin’e göç temelde Romanya merkezli olarak organize edilmekteydi. Olayların gelişimi şöyle olmuştu: Kral II. Carol hüküm sürdüğü sürece herkese eşit mesafede, adil bir yönetim sürdürüyordu. Hatta metresi - daha sonra karısı olacak - Kraliçe Magda Lupescu de Yahudi’ydi. Kral, halkında antisemit temayüllerin ne kadar kolay eyleme dönebileceğini bildiğinden, Yahudilere özel korumacı bir yakınlığı vardı. Ayrıca ekonomide, tıpta ve devlet finansında önemli katkıda bulunan Yahudilerin ülkeye yararının farkındaydı. Ancak ülkenin kuzeyinde, şair, gazeteci, aşırı sağcı milliyetçi ve iletişimi güçlü Octavian Goga kalemiyle zehir saçmaya başladığında halk içindeki temayül de filizlenmeye başladı. Demir muhafızlar faşistlere yakın olduklarından Kral’a karşı devamlı ayaklanmalar organize ediyordu. Bu hareketin etkin liderlerinden biri de Demir Muhafızların son lideri, faşist ve rejim düşmanı Hora Sima da faaliyetlere katılınca eylemler şiddetini arttırdı. Rejimin en sağlam koruyucusu Başbakan Calinescu suikasta uğrayıp öldürüldüğünde artık geriye dönüş yoktu. Kral II. Carol’un karşı bir hareket yapması kaçınılmazdı. Kral, harekatın en etkin lideri Codreanu’yu tutuklattı ancak Codreanu’nun kaçarken vurulması onu Demir Muhafızların kahramanı haline getirdi. Yüz binlerin katıldığı cenaze töreninde sloganlar atılıp tören büyük bir mitinge dönüştürüldü. Önüne gelen işsiz güçsüz takım da Yeşil gömleklilere katılıp kendilerine vazife çıkarttı. Hareket büyüdükçe büyüdü ve sokaklar tehlikeli hale geldi. Pervasız gençler de kendilerine Yahudi taciz ve talanını görev edinince Bukovina’dan başlayan akımlar başkent Bükreş’e kadar uzandı. Artık Yahudilerin Romanya’da yaşaması tehlikeli hale gelmişti. Yahudilerle alışveriş yasaklanmış, mağazalarının önüne Davut’un yıldızı çizilmiş, silmeye çalışanlar da ağır bir şekilde cezalandırılmıştı.
Bukovina, Ruslardan Almanlara geçince faşist lider Hitler’e sadakat ruhu gelişmeye başladı. Romen faşist akımının lideri haline gelen Antonescu, Berlin’e gidip Hitler’le anlaştı. Bükreş’e döndüğünde de Yahudilerin tek koruyucusu Kral II. Carol’u ülkeyi terk etmeye zorladı. Yahudilere akla gelebilecek her türlü eziyet yapıldı. Lider olarak görülen entelektüel ve varlıklılar toplanıp ormanlarda kurşuna diziliyor, sinagoglar yakılıyor, hatta Yahudi mezbahalarında da gruplar halinde, üstlerine kaşer damgası vurularak hayvanlar gibi kıyıma gönderiliyorlardı. Antonescu ile Yahudi katliamı devlet politikası halini aldı ve ölüm kampı Trans-Dniester, Auschwitz’in bile özeneceği vicdansız ve hayasız bir yere dönüştü. Hayvan vagonlarına bindirilen Yahudiler kampa birkaç kilometre kala indirilip eksi 40 derecelerde ölüm yürüyüşüne zorlanıyordu. Yolda kalan hamile ve yaşlılara yardım etmeye kalkanlar, kahraman faşist gençlerin dipçiği ile tanışıyordu. Kampa varılınca da durum daha farklı değildi; ekmek, su yoktu, insanlar beton üzerine yatırılıp öylece bırakılıyordu. Yanlarında olan çocuklar donarak ölünce de cesetler toplanmıyor, öylece bırakılıyordu.
Artık bütün tehlikeleri göze alarak kaçma vakti gelmiş hatta geçmişti. Filistin’de Yahudi gençleri mobilize eden Hagana, kaçanlara canları pahasına yardımcı olmaktaydı. Kaçmanın tek yolu, bahsettiğim gibi Karadeniz’den yola çıkıp, Boğazlardan geçerek Filistin topraklarına gitmekti. Hiçbir ülke Yahudileri kabul etmezken tek gidebilecekleri yer, yakın geçmişte Arap ülkelerinden kovulan göçmen dindaşlarının cemaat teşkil ettikleri Filistin idi. Hayat orada da rahat değildi, Araplar devamlı kurulan kibutzlara saldırıyor bir yandan da İngilizler ulaşımı engellemek için ellerinden geleni yapıyordu. Uzun lafın kısası, Yahudiler sayısız zorluklarla karşı karşıyaydı: Varını, yoğunu ve asırlardır yaşadığın toprakları terk etmek, Romenlerden çıkış izni alabilmek, Filistin’e ulaşabilmek için vasıta bulmak, oraya varınca sahile çıkabilmek… Hepsi başarılsa da İngilizlere direnmek ve Araplarla savaşmak da söz konusuydu.
Sturma’nın yolcuğu
Betar’ın çalışmaları sonunda bir taka bulunur. İlk bakışta 300 kişi taşıma kapasitesi olan perişan tekneye fahiş fiyatlara bilet alma şansını bulan 800’e yakın insan, doluşup Köstence’den yola çıkar. Yolda motor bozulur; Betar’cı bir grup bütün tehlikeleri göze alarak sahile geri dönüp tamirci bulur ve elde avuçta ne kaldıysa verilip motorun kötü sesler çıkartarak da olsa yola devam edilmesi sağlanır.
Taka nihayet hayalleri süsleyen muhteşem şehir İstanbul’a varır, varır da yerel yetkililer de ne yapacaklarını şaşırır. Arada motor çatlamıştır; ancak kılavuz marifetiyle hareket imkânı vardır. Sarayburnu’nda demir atmasına izin verilir ancak tekne sağlıksız şartlardan dolayı sarılık ihtimali öne sürülerek karantinaya alınır.
Artık Almanya, İngiltere ve Türkiye’nin baş rolde olduğu mekik diplomasi faaliyetleri başlamıştır. İngiltere “Vizesi olmayanı Filistin’e sokmam” diyerek ve vizeleri kotaların çok altında tutarak hareketi engellerler. Savaş zamanı petrole ihtiyaçları çoktu ve bu durumda Arapları küstürmeye hiç niyetleri yoktur. Von Papen’in Hitler’in büyükelçisi sıfatıyla İstanbul’da bulunması da ayrı bir problemdir. Papen, Türkiye’deki Yahudileri yok etme misyonuna bağlıydı. I. Dünya Savaşından çıkmış, ekonomisi zayıf Türkiye’nin durumu çok zordu. Almanların tankları sınır civarında cirit atıyordu; İngilizler de bir dünya gücüydü ve her iki devlet de geminin Filistin’e doğru yola çıkmasına karşıydı.
Struma’dakiler sahili görür, bilhassa Şimon Brod önderliğinde dindaşlarının onlara yardım çabalarını hisseder ama oldukları yerden kımıldayamazlar. Şimon’un dostu Ahmet Demir de İstanbul Emniyet Müdürü olarak, imkanları dahilinde gemideki sefillere yardım etme eğilimindedir. Yıldızı parlamaya başlayan iş adamı Vehbi Koç’un şirketleri Almanlara krom satışından dolayı müttefik devletler tarafından ticari ambargoya alındığı bir zamanda, daha sonra Standard Oil olacak, zamanın Socony’sinin CEO’su kendisini arar ve Romanya’daki müdürlerinin hayatını kurtarma karşılığı ambargoyu kaldırmayı taahhüt eder. Vehbi Bey de Ankara’da büyük çabalar sonunda İçişleri Bakanı Faik Öztrak’ı ikna edip takadan Martin Segal, eşi ve iki çocuğun indirilmesini sağlar. Kurtulanlar arasında hamile bir bayan olan Marta Salomonoviç’in Or Ahayim Hastanesine yatırılmasına izin verilir.
Takaden mucize kabilinden kurtulan bir de David Stoliar vardır. Şile açıklarında, donarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalan, mücadeleye takadı kalmayan David, balıkçılar tarafından kurtarılır. Hastanede iyileştikten sonra ise vizesiz giriş yaptığından tutuklanır. Cemaat ve bilhassa Brod’un çabalarıyla kurtarılır ve doğru Filistin’e gider.
Motorsuz, yakıtsız, erzaksız ve ilaçsız gemi kılavuz marifetiyle halatları kesilip Şile açıklarına terk edilir. 24 Şubat’ta da gemi Stalin’in talimatıyla torpidoların hedefi haline gelir ve Karadeniz’in soğuk sularında, 769 insanın boğularak ölmesine sebep olur.
Ankara olayı sansürler ve 2015’e kadar Bakan Ömer Çelik’in anma törenlerinin ilk resmi olanını başlatmasıyla Struma genişçe konuşulmaya başlar.
İşte böyle…