Henüz COVID’den kendimizi tam toparlayamadığımız durumda, ayakta kalmaya uğraşırken, savaş rüzgârları dünyamızı kara bulutlarla kapladı. Umutsuz çocukların bakışlarındaki korku yüreğimizi parçalarken dünya sessizce bir korku filmini uzaktan izliyor. Bu ruh halinde bazen okumak, bazen de yazmak zihnimi dağıtmamıza yarayabiliyor. İşte bu düşüncelerin içinde, 80. ölüm yılına rastlayan 22 Şubat günü, romanlarını her zaman büyük bir ilgiyle elime aldığım Stefan Zweig’ın Satranç kitabını okurken bu yazarı anmak ve paylaşmak istedim. Neredeyse her kitabında beni derin düşüncelere sevk etmiş, II. Dünya Savaşının içinde bir dünya yazarı olabilme başarısına erişen Zweig, aynı zamanda muhabirlik yapmıştı.
Stefan Zweig, varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 28 Kasım 1881'de Avusturya’da doğdu. Kalem tuttuğundan beri yazar olmak isteyen Zweig İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenmiş, birçok edebiyat ödülünü 20'li yaşlarında kazanmıştı. Zweig, toplumu incelerken, olayları kendi düşünceleriyle birleştirerek tasvir etmişti. Kişiliği, dünya görüşü ve umutsuz kalınca yaşama veda etmesiyle hâlâ konuşulan bir yazardır.
1920 ve 1930'lu yıllarda Alman dilinin en popüler yazarları arasında sayılan Zweig'ın eserleri, dünya çapında dönemin en çok okunan kitapları arasında yer alırken, 1933'te diğer Yahudi yazarlara da yapıldığı gibi eserleri, Naziler tarafından yakıldı. Yıllarca birçok ülkede yaşamını devam ettirdikten sonra, Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve savaşın ümitsizliği Zweig’ın da üstüne çökmüş ve maalesef eşiyle birlikte 22 Şubat 1942’de intihar etmiştir. Onun hikâyesi sadece bir yazarın hikâyesi değil, Avrupa’nın da hazin savaşlarının, sebep olduğu göçlerin trajik hikâyesidir. Bir aydın olarak anılan ve savaş karşıtlığı ile bilinen Stefan Zweig, Nazilerin insanlık için yarattığı tehlikeyi “Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum” sözleriyle dile getirmiştir.
Stefan Zweig’ın intihar etmeden kaleme aldığı son eser olan ‘Satranç’ kitabında New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde tesadüfî bir şekilde hayatları kesişen dünya satranç şampiyonu, onunla tanışmak için fırsat yaratmaya çalışan yolcu ve Nazi yönetimi tarafından aylarca sorgulanmış olan Dr. B.’nin ilginç öyküsü anlatılıyor. Yazar, satrancın eşsiz stratejisinin farklı beyinlerde, farklı çözüm bulma sanatını ile insan ruhunun fırtınalarını aks ettiriyor. Dr. B tutuklu olduğu sırada rastlantı sonucu eline geçen bir kitapla satranç oynamayı tüm detaylarıyla ezberleyerek öğrenir. Gemideki satranç maçlarında yeniden kararlar almayı, başarıya götüren farklı alternatifleri izlerken, kitabın şaşırtıcı sonu çok anlamlı ve kanımca, dâhice yazılmış bir sondur.
Zweig’ın Süleyman’ın tapınağından çıkan ve Yahudiliğin kutsal emaneti yedi kollu kayıp şamdana Yahudilerin bir gün yeniden kavuşma ümidini içeren ‘Gömülü Şamdan’ romanı da oldukça etkilendiğim bir kitaptı. Kitap sanki birçok soruya cevap arıyor: “Acı dolu bu dünyada, sığınacak güvenli bir yer, barış ve teselli sadece dualarda bulunabilirdi.(?) Evet, dualar vaat dolu sözleriyle panik hissini yatıştırıyor ve yüreği kasvetle dolmuş kişilerin Tanrı’nın yolundan gitmesini sağlıyordu fakat Yahudilerin kutsal sembolü neden bir kez daha yolculuk etmeye başlamıştı? Yahudilere geri verilmesi için Menora, yine yollarda olduğuna göre, şamdanın oraya gelmesi, onların da kurtuluşu anlamına mı gelecekti? Sürgün en sonunda bitecek miydi? Eski yuvalarında, vaat edilen topraklarda bir araya gelecekler miydi?”
Şubat ayında çıkan Dr.Robert Schild’in kaleme aldığı ‘Stefan Zweig’ın Veda Mektubu’ ismiyle öykü kitabı da 1942’de eşiyle memleketindeki Nazi hükümetinden kaçıp Brezilya’da intihar eden Stefan Zweig’ın bıraktığı veda mektubundan başlıyor. 2012’de kayıplara karışan bu mektubun sır perdesi de Schild’in kitabına başlık olmuş. Derin bilgiler ve gerçeklerin yanı sıra biraz da kurgu olan 15 öykü, Türkiye, İsrail, Avusturya, Brezilya, Rodos ve Güney Afrika’da geçiyor. Schild’in yaşadığı Burgazada ve Kfar Saba kenti de öykülerde tarihi gerçekler ve sanki kendi yaşanmışlıklarından esinlenerek harmanlanmış. Bazen 1900’lerin başlarında bazen de 2058’te İstanbul’da geziniyorsunuz. İnce detaylar, birçok gerçek mekan ve bazı hayali isimlerle ustaca kaleme alınmış. Dünden bugüne hatta yarına değinen bu yaşam öyküleri, bazen trajik bazen de mizahla biten olaylarla Schild’in yakından tanıdığı Alman, Avusturya kültürünü de okuyuculara aktarıyor.
Son olarak Stefan Zweig’in çok sevdiğim bu cümlesini yâd etmek istiyorum: “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”