M. Naci Bostancı
Memleket meselelerine ilişkin ilk kafa yorma denemelerim ortaokul çağlarındaydı. Niçin az gelişmiş bir ülkeydik, niçin Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştı, niçin Avrupa ülkelerinden geriydik? Sorular büyük, cevap arayışlarımız beş bin nüfuslu kasabamızın sınırları kadardı. Gül rengi sıvası bakımsızlıktan yer yer dökülmüş, koridorlarındaki gün ışığından mahrum halinin sahipsizlik ve kimsesizlik duygularını katmerleştirdiği bir ortaokul düşünün! Ve onu çevredeki diğer her yapı, kurum, fikir, ilişkinin sembolü gibi sayın, böyle bir atmosferde, geçmişi anlamaya değil geleceği kurmaya ilişkin özleminin efsaneye dönüşmüş hali olan bu tarihi ve nedenselliğini kavrama imkânımız var mıydı? Ders kitaplarının satırlarından başımızı kaldırdığımızda görebildiğimiz gerçek dünyanın bize söyleyecek sözü yoktu. Yegâne kitapçısının kitaptan geçinemeyip bakkallık da yaptığı, yegâne tahayyülünün bir derece daha müreffeh bir hayat talebinin olduğu, sanat, kültür, düşünce gibi kavramların kelime olarak dahi repertuarda yer almadığı bir iklimde şüphesiz sorularınla baş başa kalırsın. Takdir edersiniz ki, bizim zihnimiz de tıpkı kasabanın yalın gerçekliğine benzer kısa, açık, öz, tıpkı iki-üç kelimeden ibaret, sorulara aynıyla mukabele edecek benzer cevapların peşindeydi.
Arayan bulur…
Biz de bulduk. Üç-beş sayfalık propaganda broşürlerinden hayatın hakikatini özümsemiş kimi arkadaşlarımız, seslerinde sıcak, içten, anlayışlı bir tonlama kulaklarımıza hakikati fısıldadı: Dinimizden uzaklaştığımız için bunlar başımıza gelmişti. Düşmanlar önce dinimizi yok etmişti, çünkü bizimle başka türlü baş edemeyeceklerini biliyorlardı. Öyleyse çare belliydi: Yeniden dinimize sarılmalı, tıpkı Osmanlı gibi muzaffer olmalıydık. Kimdi bu düşmanlar? Dolambaçlı yolları onların zayıflıklarına dalalet etmiyor muydu? Hem dinimizin içindeyken hangi yol, yöntem, ayartma bizi ondan ayırabilmiş, o yeterlilik, güç, kuvvet duygusunun hakkından gelmişti acaba? Aklın bu itirazları, vaadin güneş kadar parlak ışığı karşısında bir anlam taşıyabilir miydi?
Ancak tek cevabın bu olduğu düşünülmesin. Bir başkası, kimliğimizi unuttuğumuz için bütün bunlar başımıza geldi, diyordu. Öz değerlerimize döner, yeniden aşk ile milletimizle buluşursak üstesinden gelemeyeceğimiz güçlük olmaz. Bu da kanımızı kaynatma bakımından az etkili bir cevap sayılmazdı. Hele bir de efsane ile tarihin birbirine karıştığı broşürlerdeki “damardan” anlatı ne yapmamız gerektiğini dile getirirken, hücrelerimize kadar nüfuz eden heyecanıyla başka türlüsü asla mümkün olmayacak Hakikatle özdeşleşmemizi sağlıyordu. Bugün iki kişi isek yarın yirmi, iki yüz, iki bin nihayet herkesle bu yürek üzerinde kucaklaştığımızda, evet o zaman işte çözüm de kendiliğinden olacaktı.
Çulsuz Tanju ise sebebi zenginler üzerinden ortaya koyuyordu: Zenginler kardeşim, toprak ağaları, fabrikatörler, onlar hepimizin kanını emiyor, dün de öyleydi; eşitliğin olmadığı yerde hayat olmaz. Ben soğan yiyorsam, sen de yiyeceksin, yoksa malum, kıyamet kopar. Soğan, yoksulluk, kan emen zenginler klişelerince işaret edilen ancak yüksek düzeydeki toplumsal husumet sebebiyle söylenemeyen can alıcı kelimeyi sorardık: Yani kardeşim komünizm mi diyorsun? Gözlerini kurnazca kırpıştıran Tanju bir an durur, dine karşı olmasa en iyisi komünizm diyeceğim ama deyip sonunda bıraktığı esle, eh mesele ekmekse bu durum da ihmal edilebilecek bir ayrıntı, dememizin, diyebilmemizin kapısını aralamak isterdi.
Bir başkasının teşhis ve önerisi farklıydı. Hatırlıyorum, ortaokuldan çıkıp eve giderken, sürekli etrafa dinleniyor muyuz diye kuşkulu şekilde bakıp, fısıltısıyla hakikatin gizemini tahkim ederek gerekçelerini anlatmıştı. Bütün bunların sebebi Yahudilerdi. Evet. Yahudileri biliyor musun, eh bilmiyorsun, öyleyse öğrenmelisin, dünyayı onlar yönetir, bu durumda bizi de yönetiyorlar demektir bu. Her taşın altında onlar vardır. Aralarındaki gizli anlaşma ile dünyanın efendiliği için uğraşırlar, herkesi de köle yapmak isterler. Başımıza ne geldiyse Yahudilerden geldi. Ama bunlar öyle açıktan da ortaya çıkmaz, saklanırlar, kendilerini başka türlü gösterirler. Bizden gibi. Bana hem güçlüler hem de kendilerini niye gizliyorlar diye sorma, oyunun kuralı böyle. O kısmının meselesi derin. Anlayamazsın. Az gelişmiş bir ülkeyiz, çünkü bizi Yahudiler sömürüyor, Osmanlı çöktü, çünkü bunu Yahudiler yaptı, ey millet düşmanını tanı…
Meselenin temelde din, inanç, milliyet, kimlik ve nihayet soğan olmadığı hususunu bilmem söylemeye gerek var mı? Elbette toplumların inançları, kimlikleri olur, ancak bunlar, her türlü sosyal şarttan bağımsız özsel bir Hakikat olarak ilgilisiyle buluşmaz, aksine bunları kavrama ve anlamlandırma biçimini gelişmişlik düzeyi tayin eder. Bizler, Anadolu’nun yoksul çocukları, bir keskin bıçak gibi inanmaya ve gereğini yapmaya hazır coşkuları bulunan ancak bunları anlamlandıracak her türlü fikri altyapı müktesebatından mahrum ruh durumu içinde belki biraz tedirgin bu klişelere kulak verdik.
Bu cevap denemelerinin içinde insanı en çok etkileyen hangisidir derseniz, derim ki Yahudilerdi. Çünkü düşmanı soyut olarak bırakmıyor tanımlıyordu, din meselesinde farklı bir dine atıf yapıyordu, nihayet kurtuluş için gerçek bir hedef sunuyordu: Yahudilerin hakkından gel, bütün dertlerinden kurtul.
Hayatında hiç Yahudi görmemiş, oturup iki kelime etmemiş, Yahudi’yi geçtim kendinden az çok farklı hiç kimseyle karşılaşmamış, benzerliği içine gömülü bir dünyada soluklanan aklın klişelerle kanatlanması olağan. Sonra el altından verilen broşürlerde gizem dolu bir dünya iktidarının şifrelerini okuduk, dünya bildiğimiz gibi değildi ve bizler artık bu müthiş gerçeğin sahipleriydik. Böylelikle dışarıdaki sıradan insanlardan ayrılıyor, biz de bir nevi en derin sırlara vakıf mukabil gizli bir güç odağına dönüşüyorduk. Demek onlar oyun üzerine oyunla hepimizi yönetmeye çalışıyorlardı öyle mi, bizde onların sırlarını ifşa edecek, hayatlarına, geleceklerine el konulan ancak bundan habersiz milyonlara ulaşacak ve onları uyaracaktık. Mademki onlar bizden gibi görünüp gizli bir niyetle bize karşı oluşmuş bir kötülük teşkilatıydı, hem niyetleri hem utanmaz yöntemleri bakımından teşhir edilmeli ve iplikleri pazara çıkartılmalıydı. Onların gizli mahfillerde topluma karşı entrikalar çevirmelerine mani olacak, gülümseyen yüzlerinin arkasındaki kan ve vahşet kokan suretlerinin hakkından gelecektik.
Üniversite için gittiğimiz büyük kentlerde başka türden anlatımlarla yüzleştik. Mesele sınıf kavgasıydı, sömüren ve sömürülenler vardı, gerisi bu temel denklemin tezyinatından ibaretti. Hayır, mesele bir seferberlik ruhu doğuracak kolektif kimlik ve onun modern dünya içinde soluklanan anlatısıydı. Hayır, 1400 küsur yıllık İslam tarihi aklımıza gelen ve gelmeyen nice tartışmalarla müthiş zengin bir tefekkür hazinesi sunuyordu önümüze, mesele bir özgürlük ikliminde zengin bir müktesebatla bugünü ve geleceği okumaya çalışmaktı. Fikir dünyamızı çeşitlendiren kaynaklarla hemhal oldukça hem soruların böyle kolay bir formülle sorulamayacağını hem de cevapların sanıldığı kadar kolay, basit ve yalın olmadığını öğrendik.
Öğrendiğimiz bir şey daha vardı: Yahudiler 2000 yıldır yeryüzünde çeşitli ülkelerde yaşıyor, hayatlarını sürdürüyor, hayatın her alanında bulundukları ülkeye ve insanlığa çeşitli hizmetler sunuyordu. Kaldı ki ‘Yahudiler’ diye soyut bir kategoriden bahsetmek de ne kadar doğruydu? Tıpkı diğer kolektif kimliklerde olduğu gibi ancak tek tek ilişki içinde nüfuz edilebilecek, fikir sahibi olunabilecek ‘insanlar’ vardı. Onlar da kendi içlerinde çeşitli tartışma, değerlendirme, yaklaşım ile ayrılıyorlardı. Muhafazakârları vardı, dindarları, laikleri, sosyalistleri vardı, hatta devlet kurumunu Yahudilikle bağdaştırmayan çevreler vardı. Ayrıca bütün dünyaya yayılmış olmanın getirdiği karmaşık ilişkiler ağı içinde her yerin kültürü, toplumu ile kurulan ilişkiler sebebiyle birbirinden farklı topluluklar söz konusuydu. M. Heidegger’in Dil varlığın evidir, sözü üzerinden gidersek bir kere Yahudilerin dili dünyanın bütün dilleriydi, çünkü her yerdeydiler ve her dil onların ana diliydi, ikincisi, ağırlıklı olarak Yidiş ve Ladino, aynı zamanda Aramice ve nihayet şüphesiz İbranice konuşuyorlardı. Frankfurt Okulunun banileri kadar, Kafka, Canetti, Arendt, Zweig, Wittgenstein, Marks, Freud, Einstein ve daha kimler aynı cümle içinde toplanamayacak farklılıklarıyla birlikte ‘Yahudiler’ olarak tarihteki yerlerini almışlardı.
Ortaokul çağlarında Yahudilere ilişkin bize sunulan klişelerin yeni olmadığını, yüzlerce yıldır Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde insanların kulaklarına fısıldandığını öğrendik. Veba salgını çıktığında, ‘günah keçisi’ olarak Yahudileri mimleyip onları katledenler, topluma karışmasınlar diye Hitler’den çok önce gettolar oluşturanlar, cehalet, tahkir ve aşağılama dolu bir repertuar üzerinden onlara bakanlar insanlık tarihi içinde ne kadar da çoktu. Neresinden bakarsan bak çileli bir halktan bahsediliyordu. Mesela, Ferdinand ve İsabella İspanya için birlik yapıp Endülüs’e son verirken sadece Müslümanları değil Yahudileri de katletmiş, kovmuş ya da ‘dinlerinden dönme şansı’ vermişlerdi. Ancak dönenler de her zaman dikkatle takip edilmesi gereken, tehlikeli, gizli niyetlere sahip ‘dönme’ler olarak damgalanmış, aşağılanmış, yok sayılmışlar; işkencelerle tekrar tekrar döndükleri garanti altına alınmaya çalışılmıştı. Hitler’in 20. yüzyılda yaptığı sadece bir finaldi, öncesindeki Yahudi karşıtı histerinin zirveye ulaştığı bir durum.
Genellemeler ve klişeler cehaletle birleştiğinde tehlikeli bir iklime yol verir. Kimliklere, dinlere, inançlara, insanlara yönelik tarihten, bilgiden, irfandan, kültürden yoksun bir dille hasımlık yapanlar ‘coşku peşinde koşan’ lümpen proleterlerin sözcüsü olarak belki meşum bir popülarite ile buluşabilir ancak hem adına konuştukları kendi toplumlarına zarar verirler, hem de farklılıkları bir husumet ve öfke unsuruna dönüştürürler. Sorunlara ilişkin gerçek nedenlere ulaşılmasına doğurdukları hayaletle mani olup, kolay çözümler buldukları yanılsaması ile insanların hayatlarını heder ederler.
Türkiye, elli sene öncesinin ortaokul çağı klişelerinin ülkesi değil. Aradan bunca yıl geçti, okuryazarlık arttı, dünyayla daha fazla bağlar kuruldu, toplumsal gelişme analitik muhakemeye hayat verdi. Yine de geçmişin klişelerine zaman zaman sarılıp buradan bir hikâye çıkartmaya kalkanları görünce insan elli yılın kimileri için geçmediğini anlıyor. Ancak eminim bu insanlar çok azınlıktır ve kurtarıcı klişelerine karşılık bulmak bakımından çok ama çok zorlanacaklardır. Yine de dikkatli olmak, bu şekilde atıp tutanlara had bildirmek gerekir. Çünkü aklı başında hiçbir insanın kabul etmeyeceği bu türden klişelerle Hitler üstelik Almanya gibi felsefe geleneğinin çok güçlü olduğu bir ülkede ortaya çıkmıştı. “Hiçbir şeye yabancı olmayan” insanlığın en derinindeki tarihsiz karanlık çekirdek, uygun şartları bulduğunda elbette yeniden şer çiçeklerini açabilir ve tarih tekerrür edebilir.