O günleri çok iyi anımsıyorum. Bütün Sabancı Üniversitesi ayaktaydı. Ben de o heyecanın başını çekenlerden biriydim. Amerika Irak’a saldırmak üzereydi ve öğrenciler-hocalar bir araya gelmiş, bu haksız savaşa karşı direniyorduk. Öğrenci Merkezi binasında eylemler yapılıyor, toplantılar, konuşmalar art arda geliyordu. O sıralarda artık yerinde gerçekten yeller esen Radikal’de yazıyor, bu konuda peş peşe makaleler yayınlıyordum. Sonradan onların bazılarını ‘Amerika Bu 11 Eylül’ü Çok Sevdi’ başlıklı bir kitapta topladım. Sene 2005’ti. (Bu kitabın başlığını sonra bir başka yazar evirdi çevirdi kendi kitabının başlığı yaptı. Helal olsun... Sözüm ona değil, muhayyile kıtlığına!)
Aradan şu kadar zaman geçti. Sonunda Rusya’nın bağıra çağıra Ukrayna’ya girdiğini gördük. “Hayır, yapmaz!” diyenlere buradan bir selam gönderelim. Ama yanılmak sadece sıradan insanlara has değil. Çok değerli kitaplar yayınlayan Polity Yayınevinin kitaplarını bastığı, 2019’da çıkan, 1900 sonrasında Rusya’da olanları anlamak için önemli bir kaynak olan Dmitri Trenin de böyle bir işgale ihtimal vermiyordu. Ama Trenin’in de gündelik politika içinde yazdıklarını ‘formasyonu’ bağlamında ele almakta yarar var. Dünyanın en saygın Rusya yorumcularından olsa da ortada ‘Kremlin’ diye bir gerçek var.
Evet, sonunda Rusya ‘Kızıl Ordu’yu (hala böyle denir mi bilmiyorum ama...) ayağa kaldırdı, çok kısa sürede halledeceğini sandığı bir Ukrayna seferine çıktı ve daha ilk dalgada, gene fakirin tahmin ettiği üzere, başını belaya soktu. Muhtemelen Dinyeper’e kadar ilerleyecek, muhtemelen Zelenski’yi devirip bir kukla hükumet kuracak ve Batı’yla pazarlığa oturacak. Ama bu savaşı eninde sonunda kaybedecek. Aklının gerisindeki düşüncenin ‘büyük Rusya’ imgesini insanlara benimsetmek ve kendisinden sonraki dönemin tohumlarını ekmek olsa bile, evet, bu savaşla başa çıkması olanaksız. Geride yanmış yakılmış bir ülke, yerinden yurdundan edilmiş yüz binlerce insan, ölüler kalacak. Ve dünya yeni bir dertle uğraşmaya başlayacak. Başladık da. İnsanlar ellerinde çubuklarla bilgisayar oyunu oynamanın hazzı içinde televizyon ekranlarında, haritaların başında anlattıkça coşuyor, coştukça anlatıyor. Meğer ne çok şey biliyormuşuz...
Sorun Rusya’nın askeri olarak Ukrayna’da nasıl ilerlediği değil. Bu lanetli savaşın analizi beni de elbette ilgilendiriyor. Ama ağaca bakmak ormanı kaybettiriyor. Başlayan hareketin geleceğe dönük anlamını kaçırıyoruz. Oysa biri dünyayı biri Türkiye’yi ilgilendiren iki önemli sorun var.
***
Dünya meselesi kolay bir problem değil. Ama bu hareketle birlikte post-post-Soğuk Savaşın artık kesin şekilde sona erdiğini Francis Fukuyama da kaydetti. Buna Lapalissade denir; bilineni tekrar etmek. Zaten öyle. İş hareketin bundan sonra doğuracağı anlamları bulmak. O yönden bakınca Batı konusu başlı başına bir düğüm olarak çıkıyor karşımıza. Hatta hayli karmaşık biçimde. Açıklamaya çalışayım.
Batı nedir sorusunun bin türlü yanıtı vardır ama cevapların çekirdeğini tek bir hakikat oluşturur: Batı, dinsel bir çekirdek etrafında kurulmuş emperyal (imparatorluklar) sistemin ve yönetim modelinin geniş halk kitlelerinin siyasallaşmasını içeren demokratikleşmedir. Böyle bir tanıma uygun toplum modelleri başka yönetimlerde de öngörülebilir. Ama o kadar basit değil. Demokratikleşme, kendi gerçekliğini ve işlerliğini yaratmak için mutlak surette bazı mikro düzenlemeleri gerektirir. Onların başında devlet ve iktidarın sınırlanması, bilincin dogmatik şekilde norm getiren önceden belirlenmiş hükümlerden arındırılması gelir. Bu karmaşık cümlelerin tercümesi ise basittir: kuvvetler ayrılığını, yargı bağımsızlığını sine qua non/olmazsa olmaz bir şart olarak içerecek şekilde hukukun üstünlüğü ve laiklik ilkesinin benimsenmesi.
Batılı siyasal modernleşmenin özü tastamam budur. Ötesi boş laftır. Bu temel ilkeleri her toplum kendi ‘formasyonu’ içinde benimser. Ama toplumların özgül nitelikleri bu gerçeklerin önüne geçemez. Böyle bir modeli kurmak için eskiden ekonomik gelişmişlik gibi ön-şartlar öne sürülürdü. Gerçeğin tam tersi olduğunu şimdi biliyoruz: ekonomik gelişmeyi sağlamak için de bu koşullara ihtiyaç var.
Ahir ömrümde dünyanın bu çizgiden hızla uzaklaştığını görüyorum. Devletler arasında yapılan analizler, bahsettiğim modelin çekirdeğinde yer alan özgür düşünce ve uygulamasını ihmal eden yönetimlerin gitgide daha çok ülkede egemen olduğunu gösteriyor.
Rusya bunların sonuncusu. Putin’in NATO’yu bahane ederek Ukrayna üstünden Batı’yla giriştiği savaşın temelinde böyle bir anlayış yatıyor. Putin, NATO genişlemesi planına tepki gösterebilir. Dünya da Rusya gibi bir devi dikkate almak zorundadır. Ama, bir, bu iddiaların hiçbiri Rusya’nın saldırısını haklı çıkaramaz. Saldırıyı şu veya bu nedenle meşru görmeye çalışmak akıl almaz bir hatadır. İki, şunu bilmeli ki, Putin’in sağlayacağı şöyle-böyle bir başarı kurduğu rejimin biraz daha berkitilmesine yarayacaktır. Dünya böyle bir basıncı daha fazla taşıyamaz.
***
Şimdi gelelim bizdeki duruma.
Genel Yayın Yönetmenimiz İvo Molinas da yazdı, Türkiye’de entelektüeller bu tür savaşlarda ikiye bölünür. (Şu Irak Savaşına ben karşı çıkarken kimlerin taraf olduğunu ve beni yerden yere vurduğunu yazsam dudağınız uçuklar.) Bir grup kategorik olarak müdahalelere karşıdır. Diğer öbek ise bin dereden su getirerek savaşı meşrulaştırma, doğrulama, haklılaştırma eğilimine girer.
Tam da öyle bir noktadayız. Benim, başımızdaki büyük bela dediğim anti-emperyalizm ‘kurmacası’ etrafında bir kesim Rusya’yı doğrulamanın peşinde. Aman yanlış anlaşılmasın, elbette anti-emperyalist olmak gene kategorik bir zorunluluktur. Bir de ‘emperyalist’ mi olacaktı insanlar? Ama anti-emperyalizm bizde su katılmamış şekilde Batı karşıtlığıdır. Onu bilelim!
Hemen belirteyim, gençliğimde, 1970’lerde, bu Batı karşıtlığı rüzgârı var gücüyle eserdi. Solda bu hamleyi, artık itiraf etmek gerek, Attila İlhan gibi kendisini Marksist ve ‘komitacı’ (?!) ilan etmiş ama özünde ‘sağcı’ olan yazarlar estirirdi. İşte o da Hangi Batı’yı yazmıştı. Sosyalist sol ise Batı bağlamında tek sözcük etmemiştir ne lehte ne aleyhte. Sadece kapitalizme, emperyalizme ve sömürüye karşı çıkmıştır. Aradan zaman geçti bu defa sağın bilhassa İslamcı tonları Batı’yı hedef aldı: Tek hedef. Anlaşılır nedenlerden ötürü. Türkiye’nin Batılılaşması İslam köklerinden kopmasıydı, onlar da bu itirazı dile getiriyordu.
Gelin görün ki, zamanla Ulusalcı denen bir kanat gelişti ve bu çevre Kemalizm/Atatürkçülük üstünden, Attila İlhan’ın kurucu önderliğinde, şiddetli bir Batı karşıtlığına başladı. Daha önceki dönemlerde asla böyle bir kavram yoktu. Bu iş 1990’ların ortasında başladı. Önce Kemalizm’i post-modern gelişmelere karşı ‘korumak’ maksadını güttü, ardından Kemalizm’i de Kemalizm’den korumaya koyuldu.
Belli bir sol anlayış bu işin lokomotifi oldu. Başlı başına bir tarihten söz ediyoruz. 1960’lardan beri gelen NATO karşıtlığı, ABD’nin gene o dönemde geliştirdiği emperyalist tutum bu çevrenin hareket noktası oldu. İşte şimdi o çevre Rusya’yı ve Putin’i Batıya karşı ‘haklı’ bir savaş içinde görüyor. Savaşı Putin’in emperyalist güçlerle (Batıyla) girdiği anti-emperyalist bir savaş olarak nitelendiriyor. Hayatım boyunca bir tek gün gözü kapalı bir Batılılaşma yanlısı olmadım. Hele NATO gibi kuruluşları çok analitik bir yaklaşımla hayli eleştirdim. Ama bu eleştirel tutum Putin’in delice ve gerçek manada emperyalist hamlesini meşrulaştırmaz. Aksine, onu tıpkı Vietnam’da, Irak’ta eleştirdiğim ABD gibi şiddetle eleştiriyorum. Oysa şimdi anti-emperyalist denerek akla hayale gelmeyecek çevreler arasında bu bağlamda ittifaklar kuruluyor. Öyle sanıyorum ki, Türkiye’nin yakın döneminde tayin edici politik faktör de bu tutum olacaktır.
Biz şimdilik savaşa ve emperyalizme gerçek manasında hayır diyelim.