Çok eski zamanlardan beri düşünür ve yazarlar, içinde bulundukları toplumun yapısını sorgulamak için hicve başvurmuştur. Horatius (MÖ 65-MÖ 8) Antik Roma´da, Voltaire (1694-1778) Louis XV Fransa´sında hicivli eserleriyle toplumu ve otoriteyi eleştirmişti. Günümüzde bu tip eserler, çoğunlukla sanat ile eğlencenin en yaygın buluşma noktası, sinemada karşımıza çıkar. Türkiye´de bu tür yapıtların gittikçe daha ince bir anlatım kullanması gerekir iken, Amerika ve Avrupa´da, hiciv içeren filmler, mesajlarında gittikçe daha sarsıcı ve direk bir dil kullanmaktalar.
Network (1976) ele aldığı konuların çeşitliliği bakımından hicivle eleştirinin en iyi örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Hikayesi Gerald Ford Amerika’sında geçen ve bir televizyon şirketinde sonsuz bir reyting arzusu ile beslenen entrikalarla süslenen Sidney Lumet yapımı filmde, bir şirketin kâr etmek için ne kadar ileriye gidebileceğini ve bir televizyon programının ne kadar büyük bir etki alanı yaratabileceğini abartılı bir anlatımla görüyoruz. Peter Finch, ona ölümünden sonra bir Oscar ödülü kazandıran rolünde, Howard Beale isimli veteran bir haber sunucusunu oynuyor. Akıl sağlığı iyice kötüye giden Beale televizyon kanalından kovulmadan önceki, ‘son yayınında’, ne kadar kızgın olduğu hakkında heyecanlı bir şekilde bağırır ve izleyicilerinden, onun adımlarını takip etmelerini ve bir değişim başlatabilmek için, ilk önce kızgınlıklarını ifade etmelerini ister. Beale insanların balkonlara çıkıp bağırmasını sağlayacak derecede büyük bir kımıldanma başlatır. Beale’in bu yayınının toplum tarafından büyük ilgi çekmeye başladığını görünce kanal, ona, çıkıp bağırması için yeni bir televizyon programında yer verir. Aynı zamanda başka bir program için militan bir terörist grubu ile anlaşma yapmış olan televizyon kanalı, aklını apaçık bir şekilde kaybetmiş olan Beale’in durumunu bir şans olarak görür. Beale, programında birçok önemli mesaj verir. Bize kızmamız gerektiğini, televizyonu kapatıp gerçeği aramamızı ve televizyon kanalların bize, sadece duymak istediklerimizi söylediğini söyler. Bu sırada kanal aktif bir şekilde bu çılgın kehanet ve epifanileri, halka daha çok pazarlamaya çalışarak, bir bakıma, doğru mesajı yanlış yoldan vermektedir. Sonunda, Beale’in sözleri büyük bir değişime sebep olunca, kanalın sahibi olan holdingin başkanından nasihat olarak filmin ana fikirlerinden birini duyarız. Dünya artık milletler ve ideolojiler yerinde sadece şirketler ve para akımından oluşmaktadır. Beale söylemiyle bunu engellemeye çalışmakta ve bir bakıma ‘evrenin temel güçlerine’ karşı gelmektedir. Bu ifade, aynı zamanda siyasi hiciv içeren filmlerin sık bir şekilde kullandığı bir yöntemdir. Ana fikirlerini, gerçek hayatta karşılaşmadığımız türden abartılı bir şekilde ifade ederler. Bir tarafta kâr etmek için her şeyi yapmaya hazır olan bir televizyon kanalı, diğer tarafta ise ona nasihat eden kişi aynı zamanda bu televizyon kanalının da sahibi olan holdingin başkanı olunca, Beale, kendisini başkanın tarafını seçmek zorunda hisseder. Sonuç ise tam bir kaos olur. Başkanın ona söylediği gerçeği kabul edip insanları ayaklanmaya değil, kabullenmeye iten Beale’in reytingleri düşer ve kanal bundan hiç mutlu değildir. Bu noktada filmin ikinci, daha satirik, alegorik ana fikri devreye girer ve kanal Beale’e suikast düzenlemeye karar verir. Önce kâr etmek için bir adamın akıl sağlığını hiçe sayan, sonra ise radikal teröristler ile anlaşma yapan kanal, şimdi de elini kana bulamıştır ve bu noktada holding başkanının Beale’a söylediği sözlerin anlamını çözeriz. Beale’in reytingleri düşene kadar kanal onun dejenere fikirlerini canlı yayında bağırmasını umursamamış, aksine ‘hazine bulmuşçasına’ sevinmişlerdir. Onlar için Beale’in fikirleri bir hiçtir ve büyük adam devreye girene kadar bir hiç olmuştur. Şirket için insanlar ve sundukları ideolojilerin önemi kalmamıştır. Tek amaçları kârlarını arttırmaktır. Suikastlar ve skandalların her köşede olduğu bu politik dönemde, filmin yazarı Paddy Chayefsky bu mesajı vererek halka, perdenin arkasını aralamayı hedeflemiştir.
Günümüzde hicvin en aşikâr ve abartılı örneklerinden biri de 2021 yapımı Adam McKay tarafından yazılıp yönetilen Don’t Look Up. Film, iki bilim insanının dünyaya yaklaşan bir göktaşı hakkında insanları uyarmaya çalışırken aldıkları tepkileri kullanarak bize günümüz insanı ve siyasetçisi hakkında bir iç görü sunuyor. İlk olarak filmdeki Amerikan Başkanı Janie Orlean (Meryl Streep) ile tanışırız. Bu başkan, göktaşının varlığını öğrendiği andan beri etrafındaki bilim insanlarının önerilerini reddeder iken, bir teknoloji şirketinin sahibi bir milyarder ve aynı zamanda, kampanyasının en büyük bağışçılarından biri olan Peter Isherwell (Mark Rylance)’in görüşlerini dikkate almaya karar verir. Isherwell’in ekibi göktaşında, sahibi olduğu şirketin çok kullandığı bir ham maddenin varlığını tespit eder ve Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı bilim insanı Dr. Mindy’nin önerilerinin aksine başkan, göktaşının yok edilmesi yerine dünyaya küçük parçalar halinde çarpmasına izin verecek bir planı onaylar. Bu plan beklenen sonucu vermez. Orlean ve Isherwell, dünyayı terk eder ve göktaşı dünyaya çarparak herkesin ölümüne sebep olur. Bir komedi olarak çekilen bu filmdeki birçok karakter ve olay aslında alegorik bir anlam taşıyor. Filmde, göktaşının dünyaya yaklaşırken halkın verdiği tepkiyi günümüzde korona virüse, iklim değişikliğine veya herhangi bir güncel probleme verdiğimiz tepkiye benzetebiliriz. Olağanüstü durumlarda ortaya sahte bir vatanseverlik koyarak insanların ilgisini çekmeye çalışırken bağışçılarını ve yandaşlarını kayıran, arka planda nepotist ve skandallarla dolu bir düzen kurmuş olan Orlean’ı, Amerikan eski Başkanı Trump’a veya birçok farklı günümüz liderine benzetirsek, halkın tepkisinin de bir o kadar gerçeği yansıttığını görürüz. Örneğin, ilk göktaşı haberi alındığında, bilim insanlarından birinin haklı bir şekilde panik olması ve canlı yayında sinirli bir şekilde bağırması halka endişe vermek yerine onları güldürür iken, başkanın bu olayı kendisine ve etrafındaki lobicilere avantaj sağlayacak bir şekilde halka sunuşunu, 2019’da Greta Thunberg’in çevre ve küresel ısınma ile ilgisi tepkisine ve sonraki gelişmelere benzetebiliriz. Çünkü, yine aktivist halka durumun ciddiyetini anlatmaya çalışırken, büyük şirketler ve siyasetçiler, bu fikri önce benimser gibi yapıp, önlemlerini sadece bir pazarlama stratejisi seviyesinde tutmuştu. Filmin daha öngörü amacında olan kısmında ise, artık herkes göktaşını çıplak gözle görmeye başladığında, Başkan Orlean ve Isherwell, aralarında Orlean’ın oğlunun da bulunduğu en yakın ekiplerini bile terk ederek dünyadan kaçarlar. Göktaşı dünyaya çarpar ve seyirci Titanik’in batışına benzeyen bir sahne izler. Bu felaketin sorumluları ve imkânı olanlar kaçarken, onlara bu imkânı verenler ve masum insanlar onların hatalarının sonuçlarını canlarıyla öder. Bu sırada kavgalı insanların barıştığını ve kibirlerini terk ettiklerini gördük. İşin işten geçtiğini anlayan insanoğluna sadece sakince sonlarını izlemek kalıyor. Komedi anlatım şeklinin arkasında korkutucu bir öngörü barındıran bu film hızlıca son zamanların en çok izlenen filmlerinden biri konumunu alarak, mesajını daha da yaymayı başarmıştır.
Network ve Don’t Look Up, 50 yıla yakın aralıkla çekilmiş iki çok farklı film olmasına rağmen, benzer ve belli bir süredir geçerli olan popülist bir mesaj taşıyorlar. Bu şekilde piramidin tepesindekileri ve toplum düzenini eleştiren filmler aslında düşündüğümüzden daha yaygın. Bu filmleri inceleyip anlamamız ve bizi, biraz kızdırarak radikalleştirmeleri, içinde yaşadığımız topluma ve yöneticilerine eleştirel bir bakış sağlamaları açısından oldukça önemlidir. Ancak böyle filmlerin ve sanat eserlerinin anlamlarını sorgulayarak bir toplum olarak sanatçıların mesajlarına ve etrafımızda yaşananlara gözlerimizi açabiliriz.