Yeşilçam filmlerinin kült karakterlerinden biri evin yufka yürekli ama despot babasıdır. Çoğu zaman Hulusi Kentmen babacanlığıyla karşımıza çıkan bu karakter her şeyin merkezinde, ancak her şeyden bir o kadar uzak ve kopuktur. Sadece kendi yaşantısı değil, yakın çevresindeki yaşamların da kural koyucusu, hakimidir. Merkezde bir despot olunca yakın çevresi bu düzene aykırı olan şeyleri, hayatlarının orta yerindeki bu devi uyandırmadan yapma konusunda ustalaşır. Zaman zaman anne ve çocuklar, zaman zaman sadece çocuklar arasında kurulan iş birliği, masumu muktedire karşı koruyup kollayan bir ağ gibidir. Gün gelip de olaylar ortaya çıktığında “Benim sizin gibi evlatlarım yok” diyen babanın aldığı ilk aksiyon para musluğunu kapatmak olur. Ancak bu yaptırımla olması beklenen geri dönüş gerçekleşmez. Aile düzeninden aforoz edilen kahramanlarımız attan inip eşeğe binme pahasına yaşamlarına sahip çıkar. Haklı olmanın gururuyla güçlenirler. Bir süre sonra babalık kurumunun yufka yürekli olma hali devreye girer ve olaylar gözyaşları içinde tatlıya bağlanır.
Bu kurguların her biri kendi içinde küçük devrimler taşısa da hiçbiri ana aksiyonun şekillendiği babalık aksı kadar öne çıkmaz. Aslına bakılırsa tüm olan biten, eril bir sıkışma içindeki iktidara karşı verilen bireysel varoluş savaşlarıdır. Aile içinde iktidar ve muktedir olan baba iken, toplum düzeninde devlet olarak karşımıza çıkar.
İlginçtir, devlet dilimize de eril yanı ile yerleşiktir. Kimse devleti anne olarak hayal etmez. ‘Devlet baba’dır. Baba iktidara hâkim olandır. Erkekliğe ve erkek dünyasının farklı yanlarına da vurgu yapan iktidar / iktidarsızlaşma hali despotik kurgu üzerinden sunulmaya devam eder. Erkek siyasetçilerin çoğu bu baba rolünü benimser ve oynarlar. Gerçek hayatta çocuk sahibi olmayan Süleyman Demirel’in ‘baba’ olarak anılması bu duruma bir örnektir. Demokrasiyle yönetilen, halkın oylarıyla ‘iktidara’ gelen birinin görevini cinsel kimlik üzerinden ve o cinsiyete atfedilen rolleri devreye sokarak yapması her şeyi birbirine karıştıran saçma sapan bir zeminde bırakıyor bizi. Artık bu nasıl bir karmaşaysa, devletin başında bulunan çoğu zaman huysuz, öfkeli yöneticilere de ailenin yaşça epey ilerlemiş, aksi bireylerine yapılan geçiştirme halini yapıyoruz farkında olmadan. Kanıksanmış bir ‘sen onun dediklerine bakma’ hali söz konusu sanki. Her tepkimiz bir-iki günlük homurdanma sonrasında dağılıp gidiyor. Bu sakat bir algı. Devlet baba değil. Biz onun kusurlarını kapatmakla yükümlü çocuklar değiliz. Bu yaşadığımız bir Yeşilçam filmi falan değil.
Geçtiğimiz hafta bu çarpık durumlardan birini doktorlarımız konusunda yaşadık. Eminim ki hepimiz çok üzüldük. Ancak hiçbirimizin sesi çıkmadı. Onca öfke, üzüntü arasında gene kanıksanmış bir ‘sen onun dediklerine bakma’ hali geldi çöreklendi. Ancak doktorlar teker teker karşı çıkmaya başlayınca yankılar çoğaldı. Önce biri sesini yükseltti, derken biri daha. İlk dikkatimi çeken kısacık tweet’lere anlatılmaya çalışılan öğrencilik yılları oldu. Başlarda tek tük olan paylaşımlar birkaç günde binlerle ifade edilebilecek sayılara dönüştü. ‘Benim babam’ diye başlayan paylaşımların çoğunda çocuğunu tıp fakültesinde okutabilmek için birkaç işte birden çalışan emektar babalar anlatılıyordu. Doktorlar tek tek “Bir borcum varsa o da beni okutan ailemedir” derken, onları bunu yazma durumunda bırakan düzene duyduğum öfkeyi, bu haksızlığa, bu gönül kırgınlığına maruz kalmaktan incinen yanlarımı eminim sizler de çok iyi biliyorsunuz.
İnsan kendisine yapılan haksızlığı sessizce sürükleyebilir ancak başkasına yapılan karşısında sesini yükseltmek zorundadır. Zira içinde bulunduğumuz zamanda bu tavır, tüm ideolojilerden bağımsız olarak insani bir duruş hali. Açıkçası pandeminin başında her gece çıkıp alkışlayanların kendiliğinden balkonları doldurup alkışlamalarla dayanışmada bulunmalarını dilerdim. Bu haksızlığa bir şekilde ses çıkarmak, dayanışma göstermek gerekiyordu. Umarım en azından gönül alma konusunda çok gecikmemişizdir. Zira neredeyse tüm yaşamını, çoğumuzun bir paragrafını bile okuyamayacağı makaleleri, kitapları okuyarak geçiren, bu bitmez eğitim ve mesaisi bir telefonla değişen çalışma saatleri yüzünden başta kendilerinin ve sevdiklerinin hayatlarından özveride bulunan hekimlerimize vicdanen çok borçluyuz. Sadece bu da değil, onları okutma uğruna zor şartlarda çalışan ebeveynlerine karşı da çok mahcubuz.
Doktorların Twitter paylaşımlarını bu duygularla okurken, oyuncularımızdan Bülent Şakrak’ın “Canımız, ciğerimiz doktorlar… Allah aşkına kusura bakmayın... Lütfen!” mesajı geçti önümden. Toplumun en iyi eğitim alanından, en cahil insanına kadar hepsiyle karşılaşan, hepsini hayatta tutabilmek için uğraşan bunca doktordan tek tek özür dilemek mümkün olabilse bu sözleri söylemek isterdim.
Pandemide kaybettiğimiz doktorlarımızı saygıyla anıyor, tüm doktorlarımızın 14 Mart Tıp Bayramlarını içtenlikle kutluyorum. Bizim için çok kıymetlisiniz. Size minnettarız. Allah aşkına kusura bakmayın... Lütfen.