Sevgili eşimle yurtiçi gezi seferberliğimizde rotamızı, bu kez Adana ve Mersin olarak belirledik. Her gezi öncesi yaptığım gibi, bir-iki ay öncesinden internet üzerinden bölgeyle ilgili araştırmalara girişip, gezimizi şekillendirmeye başladım. Uçak bileti, otel rezervasyonu, araç kiralama işlemlerini tamamladıktan sonra gezinin programını oluşturdum. Seyahatimizin başlayacağı gün gelip çattığında heyecanımız doruktaydı. Tam saatinde hareket eden uçağımız sıcak bir eylül sabahı Adana Havaalanına zamanında indi. Valizimizi alıp çıkışa yöneldiğimizde kiraladığımız araç da gelmişti.
İstikamet, kahvaltı için muzlu sütü ile meşhur Kazım Büfe idi. Süt içmeyi sevmeyen biri olarak, gerçekten Adana’nın markası olmuş bu büfeden, adeta “ab-ı hayat” tadında bu içeceği tatmanızı ısrarla tavsiye ediyorum. Büfeye gelirken köşesinde karşılaştığımız uzun kuyruk dikkatimizi çekmişti. Kahvaltı sonrası yürüme mesafesindeki bu fırına geldik. Yeni kahvaltı etmiş olmamıza rağmen Kardeş Lezzetler isimli fırından sıcak sıcak çıkan simitten almaktan kendimizi alıkoyamadık. Gezimizin içeriği, biraz gurme, biraz kültür turu olduğuna göre adım başı karşılaşacağımız lezzetlerden mutlaka tatmalıydık. Simidi yolda kuşlar misali didiklerken, karşımıza Kadayıfçı Olcay’ın harika vitrini çıktı. Ancak bu tahrik edici vitrin bizi kandıramadı. Arabayı aldığımız gibi doğru Tarihi Taş Köprü’ye yöneldik.
Adana’nın simgelerinden olan Seyhan Nehri üzerindeki bu köprü, Seyhan ve Yüreğir ilçelerini birbirine bağlıyor. Roma İmparatorluğu döneminden kalan 1700 yıllık köprü, dünyanın en eski kullanılan köprü unvanını taşımakta. Trafiğe kapalı köprünün eni 11,4, uzunluğu ise 319 metre olup 21 yuvarlak kemerden oluşsa da günümüzde 14’ü görülebilmekte.
Adana’nın müzeleri
Köprüyü baştanbaşa gezip her iki yanını fotoğrafladıktan sonra, Sinema Müzesine yöneldik. Başta Yılmaz Güney gibi birçok sinema sanatçısı, senarist, yönetmen yetiştiren bu şehrin böyle bir müzeye sahip olması çok doğal. Her yıl Altın Koza Film Festivali Adana’da düzenleniyor. Belediyenin bir hizmeti olarak ücretsiz hizmet veren müzeyi gezerken nostalji yaşadık. Eski filmler, afişler, kameralar, kitaplar beni yıllar öncesine götürdü.
Sinema Müzesinin hemen yanı Atatürk Evi Müzesi idi. Geniş giriş avlusu olan, iki katlı konak, salonu, holü, çalışma odası, yaver odası, yatak odası ile heyecan vericiydi. Çıkışta müzenin karşısındaki merkez parktan geçerek, Adana ile özdeşleşmiş Sabancı Ailesinin yaptırdığı Merkez Sabancı Camisini fotoğrafladık. Altı minaresiyle, 28.500 kişi ibadet kapasitesiyle, Balkanların ve Ortadoğu’nun en büyük camisi olarak çok heybetli görünüyordu.
Caminin ardından direksiyonu Büyük Saat Kulesine çevirdik. Mısır Çarşısı diye bilinen otantik çarşının sonunda yer alan saat kulesinin mimarı Kirkor Bezdikyan’mış. 1882 yılında açılan kule 32 metre yüksekliğinde. Halen işleyen saati, her saat başında çalıyor. Çarşıda, Adana’ya özgü hediyelik eşya satan dükkanların yanında, ciğerciler, kebapçılar, şalgamcılar öğlen saatleri hizmet veriyor. İştah açıcı kokular ağzımızı sulandırıyordu. Hemen bir bardak acılı şalgam suyu alarak test ettik. İstanbul’da marketlerde satılan şalgam suyuyla alakası olmayan, içtikçe insanın içesi gelen nefis bir içecek. İster kebapla, ister sade olarak için, her şekliyle beğeneceksiniz.
Notlarımın arasında 1912’de hizmete giren, Uğur Mumcu Meydanı karşısında yer alan, 450 bin metrekare alana yayılmış, üç sivri kemerden oluşan mimarisi ile Tarihi Tren Garı vardı. Rotamızı bu yöne çevirdik. Fotoğraf çekip görevlilerden mekan hakkında bilgiler aldıktan sonra Adana’dan ayrılıp Mersin’e hareket etmeye karar verdik. Daha tarihi ve otantik bir mekanla karşılaşacağımı umuyordum; Sirkeci ya da Haydarpaşa Garı gibi. Aslında Adana’da sinagog ve Bebekli Kilise gibi bir-iki durağımız daha vardı ancak dönüş günümüze saklayıp, Mersin’e geçmeyi uygun gördük.
Adana da Mersin yolu da yeşillikler içinde harika bir otobana sahip. 85 kilometrelik yolu müzik dinleyip, sohbet ederek 1 saat 15 dakikada tamamladık. Yurt dışı gezilerimizde gittiğimiz şehirlerdeki stadyumları gördüğümüzde heyecanla fotoğraflardık; Barcelona’da, Münih’te yaptığım gibi. Bu kez Mersin girişinde Mersin İdman Yurdunun Stadyumunu görünce arabayı uygun bir yere çekip stadı fotoğrafladım. Saat 3 sularında Mersin şehir merkezine vardık. Arabamızı Türk-Japon dostluğu anısına yapılan Kushimoto Sokağındaki parkın önüne bırakıp caddeyi baştanbaşa turlayıp, İstanbul’dan bildiğimiz Ekspresso Lab’da, harika bir kek eşliğinde, dinlenme kahvesi içeren hafif açlığımızı bastırdık. Otele gitmeden Eski Mersin Çarşısını gezdik; pazar günü olduğundan çok kalabalık değildi.
Çarşı içindeki lezzet duraklarını dönüş gününe saklayıp, gezgin önsezilerim ve bilenlerden öğrendiğim kadarı ile rezervasyonumuzu yaptığımız Silifke yolu üzerinde Erdemli ilçesindeki Liparis Resort Otele vardık. Beş yıldızlı otelimizin odalarının tümü deniz manzaralı ve çok büyüktü. Hemen mayolarımızı alıp deniz kenarına indik; yol yorgunluğumuzu Akdeniz’in turkuaz renkli sularında attık.
Akşam yemeğine indiğimizde her zaman yaptığım gibi önce yemeklerin sunulduğu büfenin etrafında bir tur atıp göz zevkimi giderdim, daha sonra harika bir salata tabağı hazırlayıp bir iki mezelik alıp masamıza geçtim. Her şey yolunda gidiyordu. Otel seçimimizde de yanılmamıştık. Yemek sonrası kahvelerimizi içmek için otelin bahçesine indik. Her akşam 21.30’da canlı müzik olduğu söylendi. Hava ne sıcak, ne soğuktu; adeta limonata kıvamında idi. Keyfimiz yerinde ama ne de olsa yol yorgunuyduk. Çok geç saate kalmadan odamıza çekilip dinlenmeyi tercih ettik.
Mersin’in doğa harikaları
Sabah kahvaltısına dinlenmiş olarak indik. Kahvaltı sonrası denize inip gezi öncesi enerji depoladık. Saat 10.00 gibi ikinci günün gezi programına başladık. İlk olarak Cennet Cehennem Obruğuna gittik. Obruk ne demek diye Hazreti Google’a sorduk, iç bükey çukur anlamına geliyor. İki çukur arasındaki mesafe 80 metre.
İlk olarak Cehennem Çukuruna yöneldik. 128 metre derinliğindeki bu doğa harikası karşısında nutkumuz tutuldu. Biraz ürkütücü, biraz gizemli, biraz da fantastikti. Buradan yürüme mesafesindeki Cennet Çukuruna yöneldik. Cehennem Çukurunu sadece yukarıdan izleyebiliyorsunuz. Cennet çukuruna ise 452 basamaklı bir merdivenle inebiliyorsunuz. İndikçe farklı doğa sürprizleri ile karşılaştığımızda hayretten şaşkına dönüyorduk.
105 metre derinliğindeki çukurun en altına indiğimizde Meryem Ana Kilisesi ile karşılaştık. İniş sırasında aramızda konuşurken yankılanan sesimize, ağaçların arasında uçuşan kuşların cıvıltıları muazzam bir efekt yaratırken gerçekte ismi ile müsemma adeta cennette gibiydik. Bu zorlu inişten sonra aldığımız keyfi kelimelerle anlatmak pek kolay değil. Yukarı çıkışı 35 katlı asansörle yaptığımızda, görevli bizlere obruk ile ilgili son bilgileri anlatıyordu. Çıkışta yürüme mesafesinde olan Astım Mağarasına geldik. Biraz yorulduğumuzdan mağarayı gezmeden harika manzaralı kafesinde biraz dinlenip içeri girdik. Bir başka doğa harikası da bu mağaranın içinde idi. Parkur açısından biraz yorucu olsa da sarkıt ve dikitleri ile görmeye değer bir mağara.
Mağaranın ardından dönüş yolu üstündeki Kız Kalesine sahilden bindiğimiz tekne ile gittik. Kalenin yapılış hikayesi bizim İstanbul’daki Kız Kulesine çok benziyor.
Öğlen yemeğinin ardından Kayacı Vadisi Kanyonuna yöneldik. Yol üstündeki yemyeşil ağaçlar harika bir görsellik sağlarken, limon, nar, muz, mandalina ağaçlarının kokusu baş döndürücüydü. Kanyon boyunca piknik yapılacak yerler vardı. ‘Hemşirenin Yeri’, ‘Amcanın Yeri’, ‘Dayının Yeri’ gibi isimli bahçelerde mangal yapabiliyorsunuz. Bunların içinde en meşhurunun Doktorun Yeri olduğunu öğrendiğimizden vadinin en tepesindeki bu mekana geldik. Bu kadar zorlu yolu tırmanmaya değmez. Vadiyi ve kanyonu tanımanız için, orta yükseklikteki ‘Hemşirenin Yeri’ne kadar çıkmak bence yeterli. Bu günkü gezimizi de sonlandırıp otelimize dönerek denizin tadını çıkartmayı uygun bulduk. Bu akşam bir önceki güne göre daha dinç olduğumuzdan, yemek sonrası canlı müziğin keyfini çıkararak yatmaya gittik.
Ertesi gün Kahvaltı sonrası son günün programına başladık. Önce yazın son deniz keyfini yapıp sezonu kapatmak için Akdeniz’in sabah serinliğindeki sularında biraz yüzdük. Öğlene doğru odayı teslim edip çantamızı arabaya koyduktan sonra yola koyulduk. Bugün de aslında yoğun bir gündü. Programda eksik kalan tüm yerleri tamamlayıp, tatmadığımız yerel lezzetlerle damaklarımızı şenlendirecektik. Bölgenin coğrafi yapısından olsa gerek bir hayli şelale var çevrede. Bunlardan biri Tarsus Şelalesi diğeri ise Karacaoğlan Şelalesi. Dönüş yolu üzerinde olduğundan Erdemli ilçesinin Elvanlı köyü yolundaki Karacaoğlan Şelalesini programa koymuştuk. Yol boyunca nar, limon ve de özellikle muz bahçeleri dikkat çekiciydi. Varış noktasına geldiğimizde otoparktaki görevli vadiyi ve akan dereyi görmenin mümkün olduğunu ancak kurak geçen yaz nedeniyle şelalenin akmadığını söyledi. Ne yapalım hiç olmazsa çevreyi görürüz deyip zorlu patika yoldan inerek derenin aktığı yere vardık. Gerçekten hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü şelaleden eser yoktu. Ancak tavsiyem farklı bir mevsimde yolunuz buralara düşerse mutlaka uğrayın. Umarım sizin gittiğiniz dönemde şelale akıyordur. Keyif veren bir manzara ama bir o kadar da bakımsız bir yer. Dere ve etraf pet şişeler, içecek kutuları, çöple dolu. Tüm bu olumsuz görüntülere rağmen harika bir doğa. Buradan Mersin merkeze geçip birkaç yöre lezzetlerinden tatmak istedik. Örneğin İstiklal Caddesi üzerindeki Kerebiççi Oğuzda Kerebiç, Künefeci Emin Usta’da künefe ve Silifke Caddesi Kiremithane’deki Dondurmacı Halil’de cezerye yemenizi tavsiye ediyorum. Mersin’e gelip de tantuni yememek olmaz. Adım başı bulabileceğiniz Mersin’e özel bu yiyeceği Memoş Tantuni’de yememizi tavsiye ettiler.
Mersin’in damak çatlatan lezzetlerini tattıktan sonra Adana’ya kırdık direksiyonumuzu. Bir saatten fazla bir süren yolculuk sonrası ilk durağımız Adana Sinagoguna vardık. İstanbul’dan Adana Sinagogunun anahtarlarını bulunduran Albert Mizrahi’yi arayıp sinagogu görmek istediğimizi söylediğimizde memnuniyetle isteğimizi kabul etmişti. Randevulaştığımız saatte sinagog önünde buluştuk.
Adana Yahudileri ve sinagogun tarihçesi hakkında kısaca bilgiler verdi. Tevrat rulolarının saklandığı dolap Ehal’i açıp antik Sefer Toraları gösterdi. Küçücük, şirin, kullanılmamasına rağmen tertemiz ve bakımlı sinagogu ziyaret etmekten çok mutlu olmuştuk. Bize bu imkanı sağlayan Adana’nın duayen optikçisi Albert Bey’e tekrar teşekkürler.
Çıkışta hemen yanı başındaki Bebekli Kiliseye girdik. Orijinal adı Aziz Pavlus Kilisesi olan kilisenin, üzerinde tunçtan Meryem Ana heykeli bulunuyor. 1880-1890 yılları arasında yapılmış kilise Ermeni Apostolik kilisesi olarak inşa edilmiş, günümüzde İtalyan Katolik kilisesi olarak hizmet veriyor.
Uçak saatimize kadar kalan süreyi tatmadığımız yerel lezzetleri denemek için kullanmaya karar verdik. Adana’nın börekleri de meşhurmuş. Baklava hamurundan yapılan böreklerden mutlaka tatmalısınız. İstanbul’da da şubeleri olan Levent Börek, ilk sırayı alırken çarşı içindeki birçok börekçide bu lezzeti tadabilirsiniz. Şırdan’cı Bedo’da şırdan, yaz aylarında Bicibici, bu şehrin vazgeçilmez lezzetleriymiş.
Bir tavsiye üzerine Adana’daki birkaç saatimizi Adnan Menderes Bulvarı üzerinden geçerek Sütiş’te geçirmeye karar verdik. Gidene kadar ilk başta önyargılıydım. Adana’da Sütiş’e mi gidilir diye geçirdim içimden. Varınca ne kadar isabetli bir karar olduğunu anlayıp tavsiye eden kardeşime telefon açıp teşekkür ettim. Adeta Çamlıca Tepesinden İstanbul siluetini izler gibi, bulunduğumuz tepeden tüm Adana’yı adeta ayaklarımızın altında hissettik. Müthiş bir manzara. Püfür püfür esen harika bir rüzgar, Adana’nın bunaltıcı sıcaklarında kaçılabilecek harika bir yer. Aydınlıkta girdiğimiz mekândan gün batımını izledikten sonra, istemeye istemeye ayrıldık. Uçuş saatimize az bir zaman kalmıştı. Havaalanına vardığımızda, kalkış saatini beklerken ne kadar isabetli bir gezi planladığımızı konuştuk. Keyifliydik, huzurluyduk, bir ilki gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyorduk.
Bir Tutkudur Seyahat…