Rusya-Ukrayna savaşı devam ediyor. Daha da edecek. Rusya’nın bu savaştan hemen vazgeçmesi pek akla yakın görünmüyor. Şıp diye durduracak idiyse ne diye girdi bu savaşa? Sadece NATO’ya gözdağı vermek içinse, o çok pahalı bir ders olur. Üstelik, masrafı dersi alan değil veren üstleniyor. Bu koşullarda Rusya’nın daha kapsamlı talepleri olacağını düşünmek için özel uzman veya kâhin olmaya gerek yok. Rusya gidebileceği yere kadar gidecektir.
Böyle bir kurguda Rus savaş düşüncesinin kökenleri bizi ilgilendiriyor elbette. Televizyon ekranlarında her konuşanın yeni modaya uyarak sınav veren öğrenci gibi tahta başına kalkıp harita üstünde ettiği abuk sabuk lafları bir yana bırakırsak (bu olay bizde ‘uzman’ denen insan kıtlığının ne kadar dramatik boyutlarda olduğunu gösterdi) Rus savaş kültürü büyük insan yığınlarının biraz da hayatlarının göz ardı edilerek sürekli cephe beslemeleriyle öne itilmesine ve o yoldan direnmeye dayanır.
Putin elbette böyle bir plan içinde değildi. Çok kısa sürede, başını uzayan bir savaşın getireceği bunca kamuoyu baskısına ve belaya bulaştırmadan giriştiği işi tamamlayacağı kanısındaydı. Olmadı. Olmaması önemlidir. İki önemli unsuru işaret eder. Birincisi, Rus ordusu, şimdi Batı basınında yayınlanan aklı başında yazıların analiz ettiği gibi, onun sandığı kadar güçlü değilmiş. Orada ciddi bir istihbarat ve bilgi sorununun bulunduğu ortada. İkincisi, Batı, evet, mühimmat ve uçak vermiyor (istemek Zelenski’nin saflığıydı) ama kripto savaş uygulamalarıyla Rusya’yı boğmaya başladı. Doğru tabir budur: boğmak. Öyle “Hiçbir şey olmadı, olmaz” denerek geçiştirilmeyecek bir durum bu. Rusya ağır bir bedel ödemeye başladı. Ama...
Rusya-Ukrayna arasındaki denklemin birkaç düzlemi var. Birincisi, sağır sultanın bile duyduğu, Batı/NATO blokuyla Rusya arasındaki zıtlaşma. Meseleyi Rusya’yı bir yana bırakıp NATO yönünden ele alalım. 1991 yılında çöken SSCB’nin ardından karşımıza çıkan en önemli uluslararası ilişkiler hamlesi NATO ve AB genişlemesidir.
Önce AB büyümesi geldi. 1999’da başlayan bu büyüme, çoğu zaman akla hayale gelmeyecek şekilde eski Doğu Bloku ülkelerini içine kata kata ilerledi. Baltık ülkelerinden başlayarak o diğer ülkeleri içeri almak aklın kabul etmeyeceği bir şeydi. Öyleydi ama AB’nin eksiksiz uyguladığı liberal ekonominin dayanağı olan pazar büyümesidir denip geçiştirildi. O arada da pazarla birlikte Batı’dan Doğu’ya ideoloji aktarılıyordu. AB öncesi ve sonrasında benim gibi o ülkelere gidenler ne demek istediğimi anlar.
Ardından NATO genişlemesi başladı: Benim bildiğim 12 ülke bu durumda. Bu öyle bir çırpıda geçiştirilecek bir olgu değil. Batı, 2004’te bir grup 2007’de ikinci bir grup eski Demirperde ülkesini toplam olarak 11 ülkeyi bünyesine katarak büyüdü. Aralarında gene Baltıklar, Çekler, Macarlar, Romanlar, Hırvatlar, Slovaklar, Arnavutlar vardı. Eksiğim varsa da fazlam yoktur bu sıralamada.
Büyümeler, genişlemeler, bir manda ‘sınır ihlalleri’ iş Ukrayna’ya gelince durdu. Rusya, tarihsel bağları olan, her an bir tür ‘anschluss’ yapacağı varsayılan bir ülkenin NATO’ya bütünleşmesine tepki gösterdi. Bu tepkinin bu şekilde anlamsız, kanlı ve korkunç bir savaşla olması gerekmezdi. Ama bir diktatör olarak Putin aynı zamanda ulusal kahraman olabileceğini de varsayarak işe girişti ve çok şükür başını sert bir kayaya çarptı.
Söz konusu senaryo kendiliğinden mi çıktı ortaya, taraflar bugüne kadar karşılıklı hamlelerini yaparken işin bu noktaya geleceğini hesap etmemiş olabilir mi? Hayır demek saflıktan daha saflık olur. Üstelik Putin aylarca saldıracağını belirtti, duyurdu. Dikkat edilirse AB de NATO da o dönemlerde kısık sesle ve küçük harflerle bazı tepkiler gösterse bile ne ciddi bir önlem aldı ne ciddi bir kararlılık sergiledi. Oysa Zelenski gibi bir ‘kukla’yı kendisine alet ederek bildiğini okumayı ve Putin’i hamlesine davet etmeyi sürdürdü. Buna biraz zorlayarak ‘kışkırttı’ demekte ne beis var?
İşte burada işin püf noktası çıkıyor ortaya: Batı bu savaşı istedi. Kim ne derse desin ben bildiğimi ve düşündüğümü söylemekle mükellefim. Zihnimi yokladığımda bu kışkırtmanın nedenlerini anlıyorum.
Birincisi, Batı yeniden iki kutuplu dünya yaratmanın erdemine inanıyor. Kaldı mı, olabilir mi denecektir? Evet olabilir. Eski Doğu Bloku ülkelerini AB ve NATO içine almak Rusya’yı tek başına bir kutup haline getirmek ve onunla tam da bu koşullarda yüz yüze gelmekti. Bunu sağladı, hem de Ukrayna’yı harcama pahasına. O ülkeleri AB ve NATO’ya almak Rusya’nın tamı tamına suratına bir ‘perde’ çekmekti, yeni bir duvar örmekti. Kısacası bir tür Berlin Duvarını bu defa Batı örüyordu.
İkincisi, kutuplu dünya çok ürkütücü bir yeni devletler konfigürasyonudur. Bu denklemde Rusya’nın elbette istenmeyecek şekilde Suriye üstünden güneye inmesi var. Çin’in henüz tam tayin etmediği konumu var ki, yeni açılımlar onun da Rusya’ya yanaşabileceğini (ki, kısa vadede elbette anlaşılabilir) gösteriyor. Rusya-Çin bütünleşmesi diye bir şeyden söz etmek saflık olursa da tarafını belli etme açısından önemli bir realiteden söz ediyoruz.
Üçüncüsü, kendisiyle çok güzel, aynı zamanda çok ‘barok’ bir tatlı kurabiye olan ‘makaron’ denerek alay edilen Macron’un zamanında, 2019 yılında ABD’nin bu savunma (?) örgütüne danışmadan Suriye’den askerlerini çekmesi üstüne ‘NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti’ dediği durum işin tuzu biberidir. O da bizi Trump dönemi dinamiklerine götürür. Trump’ın AB’ye ve NATO’ya (o arada UNESCO’ya) kusturduğu kanlar henüz hatırlardadır. Bu koşullar altında NATO, Rus ‘genişlemesi’ karşısında ne yapacak? Hani bir gün kalkıp biz şu ve şu ülkeleri NATO’dan çıkardık der mi?
Şimdi gelelim en zor konuya: Türkiye.
Evet, bu denklemlerde Türkiye nerede kalıyor? Hiç akla gelmiyor, herkes ekranda gördüğü üstünden boş lafın binini bir paraya satıyor ama, Türkiye bu işin çok kötü şekilde ortasında kaldı. Bugüne kadar devam eden, cereyan eden ve çok akıllıca yönetilen Türk diplomasisi, ülkenin bu gerginlik içindeki zorlu sıkışmışlığı bu kertede hayati olmasaydı bu ölçüde olmazdı.
Türkiye ister Rusya’nın isterse Ukrayna’nın yani Batı’nın, NATO’nun AB’nin savaşı kazanmasıyla kendisini yeni bir güç dengesinin içinde bulacak ve uyum sağlaması zaman alacak. İki taraftan birinin diğerini hiçe sayan galibiyeti iki tarafla da iyi geçinmek zorunda olan Türkiye’nin hayati sorunlarında yeni bir darboğazdır. Bunu bildiğinden Türkiye bir uzlaşmanın, anlaşmanın (ikisi birbirinden çok farklıdır) belirmesini yani statükonun devamını istiyor.
Sadece bir NATO müdahalesinin bile onun ileri karakolu olarak başımıza neler getireceğini herkesten iyi biz biliyoruz. 1946’yı ve Stalin’in taleplerini unutmadığımız gibi, U2 uçakları krizini de hatırlıyoruz. Önce Irak sonra Suriye felaketinin hayaleti ise herkesin yanı başında duruyor. Gene de yeni bir dünya kuruluyor. Güç dengelerinde büyük kaymalar var.
Gel de Visconti’nin filminin adını hatırlama: La terra trema!