Türkiye´nin kısa antisemitizm tarihçesinde kimi zaman şiddet içeren olaylarla sonuçlanan ´öteki´ düşmanlığının hem tarihsel hem toplumsal kökenlerin incelerken, bu yöndeki kişisel tarihimi de paylaşmak istiyorum.
Varlık Vergisi’nden sonra, özellikle Milli Şef dönemini sona ermesinin ve çok partili sisteme geçilmesinin getirdiği özgürlükçü ortamda Türk Yahudileri on sorunsuz yıl geçirir.
1955’te kamuoyu gündemine Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar oturur. Kıbrıs Türk’tür Derneğinin “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganları ses getirmeye başlar; eylül başlarında, İstanbul'daki Rum azınlığın topladıkları bağışları Kıbrıs’taki ENOSİS çetelerine gönderdiği iddia edilir, aynı günlerde Taksim’de Yunan gazeteleri yakılır.
6 Eylül 1955’te radyoda 13.00 bülteninde Atatürk'ün Selanik'teki evinde bomba patlamasıyla ilgili haber yayımlanır. DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapar. Aynı baskıda Kıbrıs Türk’tür Derneği Genel Sekreteri Kâmil Önal “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz” diye yazar. Normal tirajı 20 bin civarında olan İstanbul Ekspres’in 290 bin bastığı gazete, dernek üyelerince bütün İstanbul’da halkı galeyana getirmek amacıyla dağıtılır. Derneğin önayak olması, diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayri resmî makamların telkin ve teşvikiyle o akşam benzersiz bir yağma ve yıkım eylemi başlar.
İleri tarihlerde resmî söylem olayın, bomba haberi dahil, manipülasyon olduğunu kabullenerek eylemlerde halkın medya yoluyla şişirilerek galeyana getirildiğini iddia eder. Ancak, iddia edildiği gibi, saldırganlar çığırından çıkmış bir güruh değil, organize üç gruptan oluşmuş bir takımdır: Önde slogan atan gençler; arkalarında, sonrasında kamyonlarla kent dışından getirildikleri tespit edilen, ellerinde bir örnek demir çubuklarla saldırgan kitlesi, en arkada da aralarında iyi giyimli hanımların da bulunduğu yağma ve talan grubu. Gayrimüslim ev ve işyerlerinin bir gün önceden işaretlenmiş olması, askeriyenin olaylara seyirci kalması da yaşananların planlı bir saldırı olduğunu ortaya koyar.
6 Eylül akşamı başlayıp ertesi gün süren olaylarda ipin ucu kaçar; sadece Rumların değil bütün gayrimüslim iş yerlerinin ve evlerinin hunharca tahrip edildiği barbarca bir eyleme dönüşür. Bununla da kalınmaz, olaylar bedensel vahşet üzerinden fiilen bir pogroma evrilir. Kayıtlara göre 75 kilise, yedi ayazma, iki manastır, çok sayıda mezar, yaklaşık 6000 işyeri, sayısı belli olmayan ev tahribat ve yağmaya uğramıştır. Üç kişinin öldüğü, çok sayıda kadının tecavüze uğradığı, bir papazın zorla sünnet edildiği de resmen kabul edilenler arasındadır. Çığırından çıkmış bu şiddetin bilançosunun çok daha vahim boyutlara erişme olasılığı olduğunu, ancak olaylar sırasında çok sayıda Müslüman Türk’ün “onlar bizden” diyerek birçok gayrimüslimin ev ve işyerlerinin yağmalanmasını, yaralanma, tecavüz ve hatta hayati tehlike boyutuna ulaşabilecek bedensel saldırıları engellemiş olduklarını belirtelim.
Münferit olaylar
Müteakip yıllarda ciddi ve organize antisemit olaylar yaşanmaz. Kitlesel olmasa da münferit, ama önemli bazı olaylar gerçekleşir. Ağustos 2003’te diş hekimi Yasef Yahya bir terör çetesince Yahudi olduğu için katledilir; 15 Kasım 2003’te uluslararası bir terör örgütünün düzenlediği suikastta Şişli Beth İsrael ve Kuledibi’ndeki Neve Şalom sinagoglarının önünde bomba yüklü iki kamyonet infilak eder; altısı Yahudi 25 kişi ölür, 300’den fazla kişi yaralanır. Gerek bu olaylarda gerek münferit antisemit davranışlarda dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, saldırıları lanetler, uluslararası teröre karşı ortak mücadele platformu oluşturulması gerektiğini belirtir.
İsrail-Filistin çatışmalarının etkisiyle Türkiye’de gelişen İsrail karşıtı atmosfer, İsrail ile Türk Yahudileri arasında ayırım yapamayan bir çoğunluğun Yahudi karşıtı tepkisine sebep olur. Bu çoğunluğun, Türk vatandaşı olan, doğup büyüdükleri bu ülkeyi kendi vatanları bilen Türk Yahudilerini iyi tanımadığını, büyük olasılıkla Filistin-İsrail konusunu da derinlemesine bilmediğini söylemek yetmez. Biz Türk Yahudilerinin toplumun her kesimine açılarak, ulaşarak kendimizi tanıtmamız şarttır. Tanıtmak derken doğru dürüst iletişim kurmak bile senin ‘öteki’ değil, ‘onun gibi biri’ olduğunu anlatmaya yeterli olacaktır.
Kişisel tarihçem
Buraya kadarını internette ulaşılabilen Türkçe metinlerden alıntılayarak hazırladım. Bu noktadan itibaren bir Türk Yahudi’si olarak olaylara bakışımı kişisel tarihimden alıntılarla paylaşmak istiyorum.
Büyük büyükbabamlar ve dedemler Edirne’den Çorlu’ya göçtüklerine göre, köken olarak Trakya Yahudi’siyim. Hayatımda tanıdığım en güçlü kadın babaannem Camila Mitrani genç yaşta dul kaldığında Çorlu’da varını yoğunu satar, 13 yaşındaki büyük oğlu Robert, bir-iki yaş farkla Nisim ve Leon, küçük kızı Emili, karnında tekne kazıntısı Süleyman ve çantasında küçük bir miktar parayla 20. yüzyılın başlarında İstanbul’a gelir. Yani Trakyalı ama, Trakya Olaylarını yaşamamış, büyük olasılıkla haberi bile olmamıştır.
4. Vakıf Han’da büyük bir daire tutmuş, evinde Anadolu’dan üniversite okumaya gelen Müslüman gençlere bir başına pansiyon işleterek hem geçimini sağlamış hem de çocuklarını yetiştirmiş. Bir başına dedim çünkü önceliği çocuklarının ona yardım etmeleri değil doğru dürüst eğitim görmeleriymiş. Bunu da başarmış; babamla büyük amcam Nisim Alman Lisesini, halam Saint-Benoit Orta Okulunu bitirmiş, geleceğini fırsatlar ülkesinde aramak isteyen Leon’u Amerika’ya vapur parasıyla bir miktar harçlık vererek yollamış. En küçük amcam da Galatasaray Lisesinden mezun olmuş.
Sonuçta Türkçenin çok düzgün konuşulduğu bir ailede doğdum. 11 aylıkken annemi kaybettiğimden, babam, babaannem ve dul halam tarafından büyütüldüm. Evde büyükler, aralarında İspanyolca konuşsa da benimle hep Türkçe konuşulurdu. 7-8 yaşlarındayken kaybettiğim babaannem bile, yıllarca üniversitelilere hizmet verdiği için, şiveli ama doğru Türkçe konuşurdu. Ailecek iyi bir eğitim almam istendiğinden ilkokulu Şişli Terakki’de, orta ve liseyi Saint-Michel’de okudum.
Fiilen yaşamamış olsam da Nafia Askerleriyle bağlantılı bir anım var. Annem 1941’de hamileyken babam malum, yeniden asker. Annem, üst katımızda yaşayan, iyi komşuluk ilişkileri olan albaya gidip neredeyse doğurmak üzere olduğunu, doğumda yanında olması için kocasına izin almasının mümkün olup olmadığını sormuş. Albay da “Alırım ama bir şartla” demiş. “Çocuğun adını ben koyacağım.” Böylece babam doğuma gelebilmiş, benim adım da Erdoğan olmuş.
Babam, annemin ölümünden sonra bir daha evlenmedi ama, yakışıklı ve çekici biri olarak epey ilişkisi olduğunu halamdan öğrenmişliğim var. Eğitimli, kültürlü, hoşsohbet bir adamdı. Sert ve otoriter değildi, yol gösterici ağabey gibi davranırdı. Pek çok konuda laflasak da benimle siyasete hemen hiç girmezdi. Hatta halam, nefret ettiği “el sodro / sağır” diye adlandırdığı İsmet Paşa’ya lanet okuduğunda ona kızgın kızgın bakardı.
Halam, anlam veremediğim bu nefretinin nedenini orta okula başladığımda açıkladı. Varlık Vergisini, ailece beş parasız kalışlarını, amcalarımın insanüstü çabalarla sıfırdan başlayıp yeniden konforlu bir yaşam kurmayı başarmalarını anlattı.
Kirada da otursak Nişantaşı gibi nezih bir semtte, kaloriferi ve haftada iki kez sıcak suyu olan küçük bir dairede yaşayan, üst-orta sınıf yaşam sürdüren bir ailenin, şımartılmasa da genelde ihtiyaçları karşılanmış çocuğu olarak, fukaralığı, insanların haksız olarak buna sürüklendiğini öğrenmek yaşamımın ilk büyük şoklarından biri olmuştu.
Günümüzün birçok saygın aydını ve entelektüel yazarı hâlâ resmi gerekçesine dayanarak, dönemin yönetimini haklı bulmakta ısrar ederler. Bilgili ve eğitimli insanların Saracoğlu’nun basına kapalı CHP toplantısında vurguladığı asıl sebepten haberdar olmadıklarına inanmak mümkün değildir ki ben de alıntılanmış konuşma metnini gizli belgelerden değil Vikipedi’den aldım. Ama sorun, savaşan bir dünyada, ekonomik sıkıntı çekilen bir dönemde varlıklı kesimden bir destek vergisi tahsil edilmesi değil; sorun verginin asıl gerekçesinde, uygulamadaki ürkünç ayırımcılıkta, haksızlıkların ve ayırımcılığın tahsilâtlarda sistematik olarak sürdürülmesinde ve bunun bir sürgün gerekçesi olarak kullanılmasındadır. Durum herkesin ulaşabileceği belgelerle tescil edilmişken Varlık Vergisi ve sonuçlarına arka çıkmanın en azından suiniyet olduğu kanaatindeyim.
Verginin “para ve servet onlarda, bunların gerçek halkın eline geçmesi gerekir” olan asıl amacının, Nazi söylemiyle tıpatıp uyuşması bir yana, Türkiye Cumhuriyet’inin neredeyse 20. kuruluş yılında başbakanın azınlıklar için ‘yabancı’ ifadesini kullanabilmesi, Türk olmadıklarını ifade etmesi utanç vericidir. Ayrıca, Atatürk’ün millet kavramı ve laiklik ilkelerine karşı işlenmiş anayasal bir suçtur.
Genelde yazları ailecek o zamanlar şehrin öbür ucunda kalan Suadiye’ye yazlığa giderdik. Rum, Ermeni, Yahudi ya da Müslüman olduklarının lafı bile geçmeyen, herkesin birbirine saygı ve sevgiyle bağlandığı, bugün torunlarıma anlattığımda masalsı ve ütopik bir öykü gibi dinledikleri bir yaşamımız vardı. Bir 7 Eylül sabahı “inanılmaz olaylar olmuş” diye gelen Müslüman karşı komşumuzun otomobiliyle Kadıköy’e gittiğimizde, savaştan çıkmış gibi duran bir çarşıya girdik. 14 yaşında bir yeniyetme olarak, gördüklerime inanmadan, inansam da anlamadan, bir bilimkurgu filmini izler gibi rüyada gibi dolanırken, vitrin camları kırılmış, üç koltuğu paramparça bir berber dükkânın önüne geldik. Bizi getiren abi dükkânın önünde tabureye oturmuş, boş boş bakan adama, “Yorgo, iyi misin?” diyerek sarıldı ve ağlamaya başladı. O anda izlediğimin rüya değil, ürkünç bir karabasan olduğunu anladım.
Bir ayakkabı bağı imalathanesi sahibi babam, liseden mezun olduğumda onunla çalışmamı beklerken, üniversite okumaya niyetli olduğumu duyunca epey şaşırdı ama, her zamanki gibi “sen bilirsin” dedi. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiç kimseden Yahudi olduğunu gizlememiş biri olarak Teknik Üniversite yıllarımda çoğunlukla Müslüman arkadaşlarımın ayırımcılığını görmedim. Aslında, okulun ilk haftasında, İstanbul Türkçesinin buluşturduğu biri Yahudi, ikisi Rum, dokuzu Müslüman 12 kişi, beş sene boyunca hiç ayrılmayan sıkı bir grup kurmuş ve kendimizi sınıfın çoğu Anadolu kökenli kalan 170 öğrencisinden bir miktar soyutlamıştık. Hepsi de zeki ve arkadaş canlısı bu çocuklardan tabii ki uzak durmadık; Türkçeyi bizim kadar düzgün konuşmadıkları için onları küçümsemedik ama itiraf etmem gerekir ki, bilinçaltımızda onları bir miktar ötekileştirdik.
Üniversite yılları
O yıllarda bir başka ayırımcılık hikâyem var; evi Taşkışla’ya yürüme mesafesindeki tek kişi olduğum için, yakın arkadaşlarım ders çalışmak için sık sık bize gelirdi. Halacığım da sistemi kapmıştı; evde her akşam 8-10 kişiyi doyuracak kumanya bulundururdu. Bu durum karşısında, özellikle okula uzak semtlerde oturan arkadaşlardan birçoğu, hafta sonu ve tatillerde ısrarla evlerine çağırılardı. Böylece okul dışında samimi dostluklar kurduğum birkaç arkadaşım vardı. Okula başladığın günlerde tanıştığım, çok iyi anlaştığım Ersin de onlardan biriydi. Üçüncü sınıfa gelmiştik, okulda iyi ilişkilerim olan, ancak aşırı samimi olmadığım bir arkadaş ders arasında yanıma gelerek özel bir şey konuşacağını söyledi. “Sen Ersin’le çok samimisin. Okul dışında görüşüyor musun?” diye sordu. Ben “Tabii ki” deyince “Aman evine gitme, onlar Alevî ne yemeklerini ye ne de sularını iç” dedi. “Sana su getirirken bardağa parmağını sokar” diye ekleyince gülmeye başladım. Sinirlenip “Salak, anlamadın galiba, suya soktuğu, on birinci parmağı” dedi. “On birinci parmağı” intikal etmem biraz zaman aldı, sonrasında da güleyim mi kızayım mı karar veremedim. O gün Ersin okulda değildi; ertesi gün ona olanları anlatım. Gülmeye başladı, “Aslında hep mum söndü zırvasından söz ederler, böylesini ilk defa duyuyorum” deyip “mum söndü” öyküsünü de anlattı. Yarım saat gülüp eğlendikten sonra ciddileşerek, “Alevî olmam konusunda ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Ne düşüneceğim ki” dedim; “Alevî nedir bilmem, dün ilk defa o salaktan duydum, benim Yahudiliğim nasıl aramızda sorun olmadıysa, senin Aleviliğin de, her ne ise, saygı duyacağım, ama ilgi alanım dışında bir durum. Sen her şeyden önce can dostum Ersin’sin” cevabını verdim.
Samimi olduğumu biliyordu ama, olasılıkla kimliğinin o tarafını gizlemesini gerektiren çok baskı yaşadığından, o güne kadar hiç ötekileştirme ile karşılaşmamış olan benim rahatlığım onda yoktu. Bir süre sonra “Sorgulamadığını biliyorum ama ne olduğumuzu ne yaptığımızı sana göstermek isterim; bunun için büyüklerimden izin de aldım. Kabul edersen seni bir ‘Cem’e götürmek isterim” dedi. Merakımdan çok, onu rahat ettirmek için kabul ettim. Birkaç gece sonra Ersin’in peşinden, bir evde biraz da gizli kapaklı yapılan törene gittim. 20 yaşında henüz yeniyetmelikten çıkmış biri olarak, bizi misafir eden yaşlı dedenin sonrasında, son derece ayrıntılı kurallara bağlanmış, kadın ve erkeklerin birlikte yaptığı bu ibadetin, yalnızca dinsel nitelikli bir toplantı değil, aynı zamanda ruhen yenilenme, yıkanma, toplumsal ve bireysel bir sorgulanma olduğunu anlattığı ‘Cem’ töreni yaşamım boyunca unutmadığım müthiş heyecan verici bir olaya dönüştü.
Bu törene tepkimle iyice rahatlayan Ersin’le yakın dostluğumuz mezuniyetimize kadar sürdü. Ben askere, o ise Almanya’daki akrabalarının yanına gitti. 60 yıl önce şimdiki iletişim olanakları olmadığı için maalesef birbirimizden kopmuş olduk.
Yedek subaylık sürecimde İstanbul’da İstihkam Okulunda, okul sonrası Edirne İstihkam Taburunda herhangi bir ayırımcılıkla karşılaşmadım. Ancak, terhisime yakın bölük komutanı, yedek subayların doldurduğu, orduda kalmak isteyip istemediğimizi belirteceğimiz belgeyi verirken “Bunu dolduruver, nasıl olsa evet de hayır da desen fark etmeyecek” deyince, günümüz Türkiye’sinin çağcıl anayasaları azınlıklara kanunla, din, dil, ırk ve inanç farkı gözetilmeksizin eşit vatandaş hakları verse de ta 1923’ten kalan kimi çağ dışı yasakların, artık yasal olmamalarına karşın hâlen kısmen uygulandığını fark ettim.
Müslüman olmayan Türk ilim, bilim insanları, teknokratlar, hekimler vs. devlet üniversitelerine, okullarına ve hastanelerine kadrolu olarak alınmakta ama hâlâ tek bir gayrimüslim devlet memuru Türk vatandaşı yoktur. Eğitim ve öğrenim şartları uygun olduğunda Müslim ya da gayrimüslim her vatandaşın orduya yedek subay olarak alınması çok uzun yıllardan beri mümkündür ki ben bunu 60 yıl önce de yapabildim. Mümkündür de neredeyse 100 yıldan beri orduya muvazzaf subay olarak tek bir gayrimüslim Türk vatandaşı girebildiğini duymuş değilim.
Sonuç olarak kendi ülkemde, hem meslek icabı, hem 20 yılı aşkındır sinema, 11 yıldır da tiyatro izlenimlerini yazan biri olarak, tanıdık ve arkadaş ortamım büyük çoğunlukla Müslüman olduğu halde, Türk ve Yahudi olarak fiili bir ötekileştirme durumunu yaşamadan 80 yaşıma geldim. Ancak ben yaşamasam da yaşayanları tanımış, kimi yaşanana tanık olmuş biri olarak araştırdıklarımı ve kişisel izlenimlerimi paylaşmak istedim.
Din, dil, ırk, cinsiyet, cinsel kimlik farkının gözetilmediği bir dünyada yaşamak umuduyla.