Oyuna geldik fakat bu oyun o oyun değil!

Erdem Beliğ ZAMAN Sanat 1 yorum
29 Mart 2022 Salı

Geçen haftalardaki bir aile buluşmamızda dayım, üniversiteye yeni başlayan kuzenimin meslek olarak “oyun yazarlığı”nı seçmek istediğini söyledi. Çeşitli tiyatrolara ve oyuncuya espri, hatta piyes yazıp parasını almak için oradan oraya koşan kişi olarak tam, “Bu işi yapmazsan iyi edersin…” tarzı bir vaaza başlayacaktım ki dayım lafına devam etti ve beni pot kırmaktan kurtardı: “Oyun şirketleriyle de iletişime geçmiş. Bilgisayar oyunlarına zaten rağbet ediliyor!”. Meğer o oyun, bilgisayar oyunuymuş. Pot kırmadım ama ne yalan söyleyeyim kalbim kırıldı. “Zaten kesemize ortak çıkmışlardı bir de mesleğimize ortak çıktılar iyi mi!?”, deyiverdim… İçimden tabii… İçimden böyle düşünürken dışımdan tiyatronun ve oyunun nasıl ayaklar altında çiğnendiğine şahitlik ediyordum; hem de her ân! Mesleğinin ismine ortak çıkıldığında kalbi kırılan birinin, bu tatsızlıklar karşısında bütün vücut azalarının paramparça olduğunu tahmin etmek size güç gelmeyecektir herhalde!

Laf açılırsa kesinkes unuturum. O yüzden peşinen söyleyeyim: Bugün 27 Mart Dünya Tiyatro Günü… Yine, gene, daima kutlu olsun!

***

Tâ Antik Yunan’dan Shakespeare’e kadar söylenegelmiş o, “Dünya bir sahnedir…” sözünün nerelere çekildiğini görseler, sarfedenler acaba söylerler miydi? Bilemem; bildiğimse artık “tiyatro” kelimesinin çok iğrenç durumları ifade etmek adına kullanıldığıdır.

Devlet kademesinin en üst mevkiinden tutunuz da en alt mevkiine kadar tasvip etmedikleri işleri “tiyatro” kelimesiyle nitelendirmek bir âdet halini aldı… Muhalefet bile karşı koyuşunu “tiyatro oynamayı bırakın!” cümlesiyle sergiliyor! Balık baştan kokar; yönetenler söyler de yönetilen geri kalır mı? Vatandaşa fikir veren yazarlara dahi sirayet etmiş bu kullanım. Mesela yakın zamanda bir kitapçıda görmüştüm; Hüsnü Mahalli, Ortadoğu coğrafyasında izlenen politikaları anlattığı kitabına “Ortadoğu’da Büyük Tiyatro” ismini vermiş…

Tiyatrocuların gereksiz algısıdır demeyiniz efendim. Empati kurunuz. İki tiyatrocunun bir şahit kabul edildiği günlerden; birçok gencin oyuncu olmak için çabaladığı bu günlere kolay gelinmemiştir. Ciddi fedakârlıklarda bulunulmuş, gözyaşlarıyla hatırlanacak mücadeleler verilmiştir. Çadır tiyatrosunda heder olan alkolik komikler; gidilen belediyelerden izin almak maksadıyla genel evlerden götürülen kadınlar, turnede doğan oyuncu çocuklar ve yolsuz varılan kasabalar, köyler… Sırf kadınların sahneye gönül rahatlığıyla çıkmaları bile başlı başına bir meseleyken üstelik!

Eskiden beri süregelen bir kullanım olduğu doğrudur “tiyatro yapma”nın; yalnız bu şekilde değildi elbette… Mümtaz Soysal, 12 Mart’ta dersten alınıp tutuklanmasını, “Kötü yazılmış bir tiyatro oyununa” benzetmişti. Dikkat ediniz: ‘kötü yazılmış’… İlgili acı hatıra hakkında böyle bir sıfatın kullanılmasına hangi tiyatrocu karşı çıkar? Tabii ki hiç kimse… Demek ki doğru minvalde kullanıldığında da mesaj yerine ulaşıyormuş.

Doğru minvalde kullanılmadığında ise algı değişmeye başlar… Durum kronikleşirse neyin tiyatro olduğu, neyin tiyatro olmadığına kadar gidilir. Bir de bakmışız ki bildiğimiz tiyatro; o tiyatro değil!.

Salgınla, ekonomik krizle, gittikçe yaygınlaşan İnternetle baltalanan tiyatrolar binlerce yıldır seyircilerini bekliyor… Seyirciler de binlerce yıldır kendilerine ayrılan yerlerde, tiyatrocuların kendilerine kendilerini kendilerince canlandırdığı hikâyeleri seyrediyorlar. Tiyatro eskidir, adamakıllı eskidir. Dolayısıyla sağlamdır da.

Dünya tiyatro tarihi kadar eski Türk Tiyatrosunun vaziyeti ne âlemde peki? Sağlam mı hâlâ? Yahut var mı? Müsaadenizle kalan sitem hakkımı da bu mevzu için harcamak istiyorum.

Tiyatromuzda seyirci artık kemikleşmiş; birbirinin aynı maalesef. Beyaz yakalı ve öğrenci ağırlıklı seyirciye birtakım tiyatro sevdalısı da ekleniyor ve bu kitle, hemen her oyunun dönüp dolaşan seyircisini oluşturuyor. Tiyatrolar yeni seyirci yetiştiremiyor, cepten harcıyor. Halihazırda iki büyük tiyatrocunun: Ali Poyrazoğlu’nun ve Genco Erkal’ın yarım asırdan fazladır devam eden özel teşebbüsleri bir yana ödenekli tiyatrolar seyirciyi yeni piyeslerle tanıştıracağına eskiden özel tiyatroların çiklet yaptığı, “Cibali Karakolu, Lüküs Hayat, Tatlı Kaçık, İstanbul’u Satıyorum” misali piyeslerden medet umuyorlar. Ya da üzeri tozlanmış bulvar komedilerinden ve vodvillerden.

Cesaretli özel tiyatrolar deneme oyunları dedikleri piyeslerle doğrudan tercüme ettikleri hayatları Türk seyircisine empoze etmekle meşguller. Evet, hayatı tanıma aşamasındaki öğrenciler namına ilgi çekici olabilirler ama göz önündeki televizyon oyuncularıyla dahi ayakta tutmaya çalışsanız nafile! Neticede seyirci muhayyilesinde kalan gene İsmail Dümbüllüler, Muammer Karacalar, Vasfi Rıza Zobular, Münir Özkullar, Nisa Serezliler, Erkan Yüceller, Ferhan Şensoylar… Şimdinin başkasından aldığını adapte etme meşakkatini bile göstermeden sunan tiyatrolar arasından Ulvi Uraz Tiyatrosu, Karaca Tiyatro, Ses Opereti, Ankara Sanat Tiyatrosu, Elhamra Pasajı’nın solan gülü o emsalsiz İstanbul Tiyatrosu çıkmayacağı gibi; tiyatrocuları arasından da Çetin İpekkaya, Seden Kızıltunç, Vedat Karaokçu, Rana Cabbar çıkmaz, çıkamaz.

Bu toprakların bir tiyatro kültürü yok mu? Ortaoyunu var, Yahudi Kol oyunları var; sonra Karagöz, Meddah, Hokkabaz var… Neden bu kültürden hareketle yeni piyesler vücuda getirilmez ki? Bir Haldun Taner, Oktay Arayıcı, Vasıf Öngören, Yılmaz Onay, Atila Alpöge, Erol Toy, Ferhan Şensoy gökten inmemiştir ya? Bu kültürden beslenip hazırladıkları güncel konulu piyesleriyle işçisinden çiftçisine; burjuvasından köylüsüne geniş yelpazedeki seyirciye ulaşabilmişlerdir. Seyirciyi kendi kültüründen yakalamışlardır çünkü.

Elbette seyirci pahalı salonlarda israf abidesi çocuk masalı müzikallerle, başı sonu belirsiz tercüme piyeslerle tiyatroya getirilemez. Ancak gelse gelse bugün, modern meddah edasını, tavrını yakalamış usta Ali Poyrazoğlu’na gelir; O’na “Bay Tiyatro” lakabını verir. Sonrası ne yazık ki tufan…

Bugün hem ulusal hem de evrensel bildiriler okunacak; salonlarda bedava oyunlar oynanacak, alkışlar tavanları inletecek ve gene tiyatrocu milleti ağlamaya başlayacak… Ne için? Kendi elleriyle ölüme terk ettikleri; ‘Türk Tiyatrosu’ kimliğini bile kazandıramadıkları tiyatro için! Korkarım bu yanlış algının; oyun yazarlığının da, tiyatronun da farklı mevzularda kullanılmasının, önünü açan gene bu tiyatrocu öngörüsüzlüğü oldu. Ne yazarımız bizi, seyircimizi gördü, ne de oyuncumuz. Çok uzun sürmez bu zihniyetin devamında oyun yazarlığı da, tiyatro da başka sahalara yâr olacak. Ve bir zaman gene perde açılacak, seyirciler gelecek, temsil esnasında: “Oyuna geldik fakat bu oyun o oyun değil!” diyecekler.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün