“Sırça dediğin zaten hemen çıt diye kırılıyor... Ne kadar dikkat edersen et!”
Sırça anılar üzerine bir oyun. Bu yüzden biraz duygusal, biraz loş ve biraz da gerçek dışı.
20. yüzyıl Amerikan tiyatrosunun en önemli yazarlarından Tennessee Williams’ın ilk başyapıtlarından 1944’te prömiyer yapmış olan ‘The Glass Menagerie’, BKM, Craft ve ID İletişim ortak yapımı olarak, ‘Sırça’ adıyla 22 Mart’tan itibaren yeniden sahneleniyor.
Can Yücel’in ‘Sırça Kümes’ ya da Aytuğ İzat'ın ‘Sırça Hayvan Koleksiyonu’ çevirileri Türkçe adlandırmada yazarın ifade etmek istediğini tam olarak vermez. Hassas ve kırılgan insanların hikâyesi olarak ‘sırça’ uygundur da ‘menagerie’ vahşi hayvan koleksiyonu anlamına gelir ki, terk edilmenin, aile sorumluluğu altında ezilmenin, etrafı üzmemek için gösterilen yoğun çabanın oluşturduğu tahammülsüzlüğün ve acımasızlığın vahşetini yansıtır. Metni ustalıkla yeniden Türkçe söyleyen Hira Tekindor’la yönetmen İbrahim Çiçek, çok doğru bir karar vererek oyuna Sırça adını vererek karakterlerin kırılganlığını aksettirmişler. Sıkışıklığın yarattığı bilinçaltı hırçınlığı da İbrahim Çiçek sahnelemede hissettiriyor.
Neredeyse 80 yaşına gelmiş çok da ünlü bir metin olduğundan bir miktar ‘spoiler’ vermeyi de göze alarak konuyu kısaca özetleyeyim:
Oyunda anlatıcı rolünü de üstlenen Tom (Cem Yiğit Üzümoğlu) ülkenin ve dünyanın azgın bir ekonomik kriz yaşadığı 1930’larda, annesi ve kız kardeşiyle St.Louis’de bir bodrum katında zar zor geçindikleri zorlu dönemi anımsamaktadır. Telefon şirketinde çalışan baba 16 yıl önce aileyi terk etmiştir. Sık sık görkemli geçmişinden söz eden, bir zamanlar varlıklı saygın bir Güneyli ailenin kızı olan anne Amanda (İpek Bilgin), yaşamını çocuklarına sıkı sıkı tutunarak sürdürmeye çalışmaktadır.
Tom’un hassas, içine dönük, küçükken geçirdiği hastalık yüzünden bir bacağı sakat kalmış ablası Laura (Aslı Enver), eğitimini tamamlayamayarak kendini dış dünyadan soyutlamış, tüm ilgisini sırça koleksiyonuna vermiştir. Ailenin geçimini temin etmek için çalıştığı ayakkabıcıdaki işinden nefret eden şair ruhlu, edebiyat ve sinema meraklısı Tom, işini bırakma hayalleri kurmakta, her gece filmlerin düş dünyasında avunmaya çalışmaktadır. Laura’yı yaşamın gerçeklerine ancak evliliğin döndüreceğini düşünen Amanda, kızına Güney’in görgü kuralları içinde yetişmiş bir damat adayı bulma görevini Tom’a verir. Annesini baskısına boyun eğmek zorunda kalan Tom, hâlen beraber çalıştığı okul arkadaşı Jim’i (Güven Murat Akpınar) akşam yemeğine çağırır. Laura eskiden beri gizlice hayran olduğu Jim’i karşısında bulduğunda müthiş huzursuz olur. Laura’ya dostça yaklaşan Jim, onu güzel sözlerle rahatlatır, onunla dans eder, hatta onu öper. Pişman olarak özür dileyen, yemek davetinin asıl sebebini de fark etmiş olan Jim, istasyonda nişanlısıyla buluşması gerektiğini söyleyerek evden ayrılır. Laura, bir yıkım yaşarken Amanda olaylardan Tom’u sorumlu tutar.
Oyun, kısa bir süre sonra evi terk ettiğini söyleyen Tom’un anılarındaki Laura’ya seslenmesiyle sona erer…
Çok sayıda ödül alan 25 oyun, bir roman ve bir anı kitabı yazan, Tennessee Williams adıyla bilinen Thomas Lanier Williams (1911-1983), çoğu karakterini ailesinden esinlenerek yaratmıştır. Sırça, yaşamı ve deneyimleri nerdeyse tüm eserlerinin ilham kaynağı olan, yaşadıklarını ve duyumsadıklarını sık sık sahneye aktaran Williams’ın en otobiyografik yapıtı olduğundan yazarının yaşamına bir miktar odaklanmamız gerekecektir.
Williams, baba Cornelius’un görgüsüzlüğün sınırında kaba, şamatacı, içkiye düşkün bir pazarlamacı, soylu güneyli bir aileden gelen çocuklarına fazlasıyla düşkün anne Edwina’nın sessiz sakin, ancak boğucu derecede baskıcı bir kadın olduğu sorunlu bir ailede büyür. Babasının gözdesi erkek kardeşi Dakin olduğundan ailede en yakın olduğu kişi, genç yaşta şizofreni tanısı konan narin, güzel kız kardeşi Rose’dur. Annesiyle babası, çok sayıda başarısız terapi girişiminden sonra, yaşamının bir bölümünü akıl hastanelerinde geçirmiş olan Rose’a prefrontal lobotomi yapılmasına izin verirler. 1937’de yapılan ve kötü giden ameliyat sonrasında Rose, hayatının geri kalanını zihinsel engelli olarak sürdürür. Williams, en büyük ilham kaynağı Rose’un yaşamını mahveden bu ameliyata izin veren ailesini hiçbir zaman affetmez.
Sırça’nın Laura’sı Rose’un, Laura’nın annesi Amanda Edwina’nın, Tom ise genç Tenessee’nin yansımalarıdır. Kırılganlığı, dengesizliği, giderek bozulan akıl sağlığıyla ‘Arzu Tramvayı’nın Blanche’ı da Rose’a çok yakındır. Akıl hastanesi motifi Arzu Tramvayı’nda ve lobotominin de öne çıktığı ‘Aniden Geçen Yaz’da ele alınır.
Neredeyse çocuk yaşta yönettiği ilk oyunu ‘Yutmak’ta hayran olduğumuz İbrahim Çiçek, bu modern klasiği sahnelemesiyle artık olgunluk çağına girdiğini bir kez daha kanıtlar. Kerem Çetinel’in dekor ve ışık tasarımı, Nihal Kaplangı’nın çok başarılı kostümleri, tabakalarda taşınan sigaraların kibritle yakılması ya da bir kız arkadaşa sakız ikram edilmesi gibi minik ama önemli dönemsel ayrıntılar 1940’ları var ederken, usta işi multimedya görsel tasarım anlatıyı günümüze taşır. Sahnelemenin çağcıllığı, ara dahil iki buçuk saati bulan oyunun su gibi akan temposunda, hiç aksamayan akıcılığında ve Craft’ın “rüya dörtlüsünün” olağanüstü ekip oyunculuğunda daha da belirginleşir.
İpek Bilgin, tüm sıkıntılarına karşın yüzünden gülümsemesini eksik etmeyen Amanda’nın düşkün ve fukaralaşmış da olsa ‘asaletini’, geçmişini her anımsayışında, onu terk etmiş bile olsa o geçmişi temsil eden kocasını sevgiyle anmasını, tüm otoriter görünümüne karşın ona ters de gelse, müthiş düşkün olduğu çocuklarının davranışlarını kabullenişini olağanüstü bir doğallıkla aktarır.
Her gece evden çıkıp dertlerinin, sıkışmışlıklarının, olmamış hayallerinin acısını sinemalarda, barlarda, sokaklarda çıkarmaya çalışan, ama asıl kurtuluşun gitmekte olduğunu bilen genç Tom’u, Cem Yiğit Üzümoğlu büyük duyarlılık ve müthiş inandırıcılıkla var eder. Çiçek’in fetiş oyuncusu, en sevdiğini geride bırakmış olan genç Tom’dan doğallıkla ayrılarak yıllar sonraki daha olgun yaşta anlatıcı Tom’a her geçişinde, karakterinin içten içe duyumsadığı hiç dinmeyen hüznü aynı ustalıkla yansıtır.
İlk kez ‘Personel’de izleyip çok beğendiğim Aslı Enver, yedi yıl sonra, yaşamdan kaçmış, evine kapanıp sırça oyuncaklarına sığınmış çok başarılı bir Laura olarak karşımıza çıkar. Oyun boyunca hiç aksamayan topallaması kadar, umutsuzluğunu, Jim’le hafiften flört ederken yaşama dönüşünü, sonrasındaki yıkılışını yansıtması çok etkileyicidir. Aslı, defalarca izlemiş olduğum bu oyunun bence bugüne kadar gördüğüm en iyi Laura’sıdır.
‘Garaj’ın o benzersiz Enis Arıkan’ına başarıyla eşlik ederken tanımış olduğum Güven Murat Akpınar, Tom’un kankası olarak eve gelişinden Laura’ya biraz ağabeyce, biraz da flörtçü yaklaşmasına, gerçeği fark eder etmez takındığı kararlı duruşa dört dörtlük bir Jim yorumlar.
Oldu olacak, kadı kızına yakışır bir kusurdan da söz edeyim. Kerem Çetinel’in dekoru bodrum katını ustalıkla verse, mobilyalar tarz olarak dönemi başarıyla yansıtsa da fazla yeni, fazla gıcır gıcır duruyor. Keşke biraz daha köhnemiş, daha yıpranmış durabilseler ve keşke Amanda’nın sandığından çıkan, 1920 ‘charleston’ yıllarının o muhteşem elbisesi biraz sökük, biraz yamalı, birazcık eskimiş olsaydı.
Sonuç olarak, neredeyse 80 yaşına gelmiş bir metne tüm dramatik gücünü koruyarak getirdiği çağcıl yorumla bir modern klasik sahneleme dersine dönüşen, görselliği, görkemli dekor ve kostümleri, başarılı oyunculuklarıyla çok başarılı bir çalışma. Bu tiyatro mevsiminin olmazsa olmazlarından. Kaçırmayın derim. 30 Mart, 6, 9, 13, 20 Nisan ve sezon boyunca Maximum UNİQ’de.
Sağlıklı ve keyifli seyirler dilerim.