Lina İrem Arditty, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü mezunu genç bir fotoğraf sanatçısı… Mixer´de halen devam eden ´İşler Değişti´ başlıklı grup sergisini gezerken dikkatimi çeken siyah-beyaz eseri, onu keşfetmeme vesile oldu. Tanınmış bir ressam olan babası sayesinde küçüklüğünden beri sanat içinde büyüyen Arditty, fotoğraf anlayışını, “Yeni bakış açıları yaratmak, farklı anlamlar üretmek ve kendi temsilini yaratmak” olarak açıklıyor. İleride adını daha sık duyacağımızdan emin olduğum Lina İrem Arditty ile sanatını konuştuk.
Fotoğrafçılık serüvenin nasıl ve ne zaman başladı, bu konuda bir eğitim aldın mı?
Babam ressam olduğu için sanatın dolu dolu yaşandığı bir eve doğdum. Büyüme dönemimde hiç sanattan uzak kalmadım; mutlaka bu alanda bir yolda yürüyeceğimi biliyordum. Sanki başka bir seçeneğim yokmuş gibiydi, öyle bir baskı da hiçbir zaman hissetmedim çünkü yansıtma medyumum konusunda özgür olduğumun bilincindeydim. Amcamın fotoğraf makinalarıyla tanıştım, sonra rahatça kullanabileceğim bir kameram oldu ve arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye başladım. Genelde benden Facebook profil fotoğraflarını çekmemi istiyorlardı, belki de ilk portrelerimi onlar sayesinde çektim. Lisede analog makinaların büyüsüne kapıldım, üretim ve baskı süreçleriyle haşır neşir oldum ve bir heves olduğunu düşünüp kısa sürede bıraktım. Lise-üniversite arasında zor dönemler yaşadım; fotoğraf çekmek aklımdan bile geçmedi aslında, ama bir yandan da fotoğraf tarihiyle ilgili kitaplar okuyordum. İlk girdiğim üniversiteyi yarıda bırakıp sinema okumaya karar verince kendimi buldum. Teknik olarak kendimi geliştirdim, dâhil olduğum ilk serginin küratörü Cemre Yeşil Gönenli’den fotoğraf dersleri aldım ve okuduğum kitaplarla, daha sonra ilham kaynağım olan fotoğrafçıları keşfetmemle artık kendimi bir bütün hissetmemi sağlayan fotoğrafı hayatımın merkezine almış oldum.
Analog makine kullanmayı tercih etmenin sebebi nedir; analog fotoğrafçılık ile dijital fotoğrafçılık arasında nasıl bir ifade farklılığı var sence?
Aslında hiçbir fotoğrafımı analogla çekmedim. Ben fotoğraf üretimi pratiklerinde farklılığı yaratan unsurun kullanılan makinenin türüne, markasına veya modeline bağlı olduğunu düşünmüyorum. Her insanın bir temsil yolu, kendini ifade etme şekli var. Dolayısıyla her üretim biricik, bireysel ve özgün. Çok sevdiğim sanatçı Burcu Or’un kullandığı bir terim var: Pasif üretim, yani pratikte üretime başlamadan önce, zihindeki yaratım sürecidir. Ben pasif üretimlerimde o kadar çok zaman harcıyorum ve kendimi o kadar çok yoruyorum ki, sanırım dijital kullanmam bir an önce sonuca ulaşmak istememden kaynaklanıyor. Galiba analogdaki baskı sabrını ben pasif üretim sürecimde tüketiyorum. Bunu bu soruya cevap verirken fark ettim.
Günümüzde herkes fotoğrafçı neredeyse, ama herkes aynı şeyleri görmüyor; sen farklı olarak neleri görüyorsun? Daha çok ne tarz fotoğraflar çekiyorsun?
Belirttiğim gibi, üretimlerin biricik olduğunu düşünüyorum. Doğduğumuz andan itibaren bilinçdışında bizi bir yerlere yönlendiren, bizi tetikleyen düşünceler birikiyor ve gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Farklı hayatlar, travmalar, anılar, ilgi alanları, ifade edilmeyi bekleyen birçok mesele var. Ben, hayatımın kritik dönemi olan ve sonraki yıllarımda karakterimde radikal değişiklikler yaratacak olan çocukluk-ergenlik dönemimi hep sağlık sorunlarıyla geçirdim. Bu yüzden bedenimle çevremdeki herkesten daha fazla iletişim halinde olmak zorundaydım ve bedenimi çok fazla dinledim. Bu da beni beden ve benlik konuları üzerinde düşünmeye itti. Bu travmaları ifade etmem gerektiğini hissetmeye başladım ve benim için en iyi yol tabii ki fotoğraf oldu. Mesele edindiğim konu psikolojik bir süreç olduğu için soyut bir forma yöneldim. Somut bir kaynak, belki bir model veya bir obje çıkış noktam oluyor. Daha sonra ürettiğim fotoğrafı deneme yanılma yoluyla düşüncelerime yaklaştırarak soyut bir forma sokmayı tercih ediyorum.
Fotoğraflarının birçoğunun üzerinde müdahaleler var; bunun amacı nedir?
Bedenin limitlerinin dışına çıkmak. Gözlerimizin o anda göremeyeceği gerçek bir görüntüyü bir fotoğraf olarak somutlaştırmak bana kendi benliğimde bir konfor alanı sağlıyor. İç içe geçmiş sayısız bacaklar veya gözleri yere akan bir surat görselleştirmek bedenimin yapamayacaklarını göstererek onu yendiğimi hissettiriyor. Onunla savaş halinde olmak gibi değil, sadece bana zor anlar yaşattığı için bazı anlarda onunla çatışmaktan bahsediyorum aslında.
Fotoğrafçılık da diğer bütün sanatlar gibi yaşadığımız zaman dilimine göre değişiyor, farklı tarzlar, trendler ortaya çıkıyor… Bu bağlamda günümüz fotoğraf dünyasından biraz söz eder misin, hangi meslektaşların sana ilham oluyor?
Her şey değişiyor, takip etmekte zorlanıyorum açıkçası. Bu konuda biraz eski kafalıyım. İçerik olarak çok farklı yerlere gitme ihtimalim olduğunu biliyorum ama form ve tarz olarak değişmekte çok zorlanırım sanırım. Şu anki üretimlerim için çok çalıştım, çok düşündüm ve hep de böyle olacak biliyorum. İç dünyasının bana bu konuda çok yakın olduğunu hissettiğim ilk isim Sally Mann oldu. ‘Faces’ serisini gördüğüm an içimdeki üretme isteği inanılmaz bir şekilde büyüdü; her baktığımda koşarak kameramı almak istiyorum. Üretim süreciyle, düşünceleriyle ve fotoğrafla olan bağıyla beni çok etkileyen bir diğer isim de Damla Şahinbaş. Savunduğu ve temsil ettiği meselelerin peşinden fotoğraflarıyla koşması beni çok etkiliyor.
Baban Jackie Arditty tanınmış bir ressam; sanatın varolduğu bir evde büyümek seni nasıl etkiledi? Senin de resme kabiliyetin var mı?
Evimiz her zaman sayısız tablolarla ve boyalarla dolu olurdu. Babam aklına gelen her yeri boyardı. Koltuğun üstünü, orta sehpayı, kendi ayakkabılarını… Bu yüzden sanattan bir an bile uzak kalma şansım olmadı. Babama özendiğim dönemim çok oldu ama hiçbir zaman resim yapmayı beceremedim. Bir türlü çizmek istediğimi bittiğinde görmek istediğim şekilde çizemiyordum. Yanından bile geçmiyordu. Denemek ve üstünde durmak da istemedim. Maruz kalma psikolojisinden herhalde, resimle aramda hoşuma gitmeyen bir bağ var. Bu bağı fotoğraflarımda kullandığım manipülasyonlarla ortaya çıkardığımı fark ettim.
Bir eserin, Mixer’de devam eden ve yaşadığımız pandemi sonucunda değişen toplumsal ruh halimizi ile bunun etkilerini konu alan ‘İşler Değişti’ sergisinde yer alıyor. Siyah-beyaz, nü fotoğrafınla bu tema dâhilinde ne anlatmak istedin?
Pandemide başlayan kapanma dönemlerinde çok fazla kendimle kaldım ve bedenimle tekrar bir araya geldim. Onu unutmuştum aslında, ona iyi bakmıyordum ve yaşadığım sıkıntılardan dolayı uzak kalmaktan da memnundum. Bedenimle bağımı tekrar hatırlamak bana iyi gelmedi, travmalarımı tetikledi ve bu da üretimlerimde kendini gösterdi. Sağlık sorunlarımdan hep bedenimi sorumlu tuttum, sanki zihnime karşı bir savaş açtığını düşündürdü bana. Ben de zihnimle birlik olup bedenimden üstün olduğumu kendime kanıtlamak istedim. Bu şekilde kurduğum iletişim “Bedenimin Hacmini Hissedemiyorum” serisine ait olan bu fotoğrafla somutlaştı. Aslında fotoğraf, zihin-beden ikiliğinin çok tekinsiz bir alan olduğu hissiyle üretildi. Bedeni tarafından yorgun düşürülmüş zihin ve hacmiyle onunla çatışan bir beden.
Fotoğrafçılıkta başka ne gibi hedeflerin var, bu alanda nasıl ilerlemeyi düşünüyorsun?
Pandemide seramikle tanıştım ve fotoğrafta bulduğum her şeyi seramikte de buldum diyebilirim. İki alan da benim için öyle bir yerde duruyor ki, onları birbiriyle konuşturmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Eksik kalan parçalarını birbiriyle tamamlayan, yan yana duran ama iletişim kurmak için fazla uzak kalan bir forma sahip heykel ve fotoğraf serisi üretmek istiyorum. Yakın zamanda yapacağım ilk üretimim bu olacak ve umuyorum ki, hep bu çevrede devam ederim.