Will Smith'e Putin mi demeli?

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
6 Nisan 2022 Çarşamba

Şimdi denecek ki, dünya yanıp yakılırken, her gün yeniden kurulurken, bunca derdin arasında Will Smith’in Oscar törenlerinde sahneye çıkıp, muhatabına tokat atmasını mı konuşacağız?

Bana göre tamı tamına öyle çünkü, o tokat bütün dünyaya atılmıştır. O tokat neyse, içinde yaşadığımız ve belimizi doğrultmaya bir türlü izin vermeyen bunca derd-i dehr, yani dünya derdi de odur, aynı kökten türer. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla, ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle, Trump’ın CNN muhabirine söz vermemesiyle Smith’in yürüyüp sahnede boy göstermesi, yerine oturduktan sonra da bağırıp çağırmaya devam etmesi belli bir zihniyetin, tavrın farklı alanlarda, kendilerine özgü ifadelerle gelişen eş anlamlı ‘durum’larıdır.

Açıklamaya çalışayım.

Zannederim dünyanın radikal şekilde değişmeye başladığı tarih 11 Eylül 2001’dir. Öncesinde de özellikle 1970’li yıllarda, hatta daha geriye giderseniz 19. yüzyılda anarşizmin bir sistem olarak benimsenmesiyle terör eylemi bir ‘araç’ olarak benimsenmiştir. Ama İkiz Kuleler saldırısı bir tür terör savaşı ilanıydı ve kabul edelim ki, aklın kabul edemeyeceği bir işti. Ardından ABD Afganistan’a saldırdı ve bana göre dünya savaşı başladı. Yetmedi, 2003’te kelimenin gerçek anlamında, yalan ve dolan düzeniyle ABD Irak’ı işgal etti. Dönemin güçlü bakanı, adı ABD Başkanlığı için geçen Colin Powell’ın sonradan yazdığı ve utancını dile getirip ‘aldatıldım’ dediği hatıralarını okuyanlar bu rogue state’ (haydut devlet) anlayışının derinliklerine açılan kapıyı görebilir. İstihbarat teşkilatlarının bir devleti neden aldattığı sorusu dünya durdukça sorulması gereken çok ciddi, çok vahim bir sorudur.

Eğer, hakim devlet anlayışının öne çıktığı bu dokuyu araştırıyorsak, o zaman, vektörün, oğul Bush sonrasında ABD’den Rusya’ya kaydığını belirtmemiz gerek. Hiç değilse 2009-2017 arasında durum bu. Çünkü, belirttiğim tarihler arasında, bütün beceriksizliğine, beklentilere yeterli cevaplar verememesine rağmen ABD’nin başında, aklı da başında olan Barack Obama vardı. Oysa o yıllarda bile Rusya’da Putin, önce başkan, sonra başbakan, sonra tekrar başkan olarak atını oynatmaktadır. Nihayet bu ürkütücü yöneticiler tiyatrosunda ibre tekrar ABD’ye döner ve 2017’de Trump bütün ‘bagajıyla’ gelip ABD Başkanlığına oturur. Ötesi daha dünkü tarihtir.

O tarih, devlet yönetimlerinin ve yöneticilerinin artık hiçbir gelenek ve örfle kendilerini bağlı saymaması, yerleşik demokratik kurallara sırtını dönüp yürümesi, bildiğini okumasıdır. Bunun adı otokrasidir. Dünya otokrasiyle ilk kez karşılaşmıyor. İlgili literatürde otokratik yönetimin bilfiil sert modernleşmeyle doğrudan ilişkisi olduğunu öne süren görüşler de mevcuttur. 1930’ların otokratlarını düşününce bu görüşün yanlış olduğunu söylemek olanaksız. Bu problemin zor yanı, son derecede elit bir anlayışın kitleleri yöneten bir modele dönüştürülmesidir. Nasyonal Sosyalizmin, Faşizmin temel dinamiği bu zemine oturuyordu. Bugünün otokrasisi yapısal bir farka sahip. Çok daha popülist, sıradan, genel-geçer yönetici tipolojisine bugünün otokrasisi. Herhangi bir seçkinlik emaresi taşımıyor.

‘Halk adamı’ eski modelde yaratılmak istenen bir imajdı. Çünkü dünyada maalesef Nazi Estetiği veya Faşizmin eril estetiği diye bir kavram vardır. Klaus Theweleit’in klasik iki ciltlik kitabı (Male Fantasies) meseleyi derinlemesine çözümlerken Susan Sontag’ın ‘Fascinating Fascism’ makalesi de meseleye kısa yoldan bakar. O ‘estetik’ hiç öyle ‘halkla’ falan ilgili değildir. Bugün Amerikan estetiği üstünden dünyaya yayılan ‘ortalamacılık’ (mediocrity) devlet yönetenlerin, otokratların da işin daha girizgahında halktan biri oldukları izlenimini veriyor ve sonrası da bu çığırın açtığı popülizmle devam ediyor. Ama belirteyim: Bir yerde popülizm varsa orada sorun vardır ve kimse yanılmasın, popülizmle populus birbirinden tamamen farklı iki kavramdır.

İş buraya gelince, norm dediğimiz çerçeve dağılıyor. Normatif yapı tanımı gereğince bu koşullarda enformatif (informative) yapılarla yer değiştiriyor. Enformatif yapıların sonucu ise anomidir. Yani, kuralsızlığın egemen kurala dönüştüğü toplumsal düzen. Dünya, Amerikan kültürünün özgül niteliklerini de kötü şekilde kullanan Trump’la birlikte olabilecek en enformatif yapıya kaydı. Kendi payıma söyleyeyim, garip saçlı ve uzun kravatlı Trump’ın CNN muhabirine ‘siz sahte haber ajansısınız, sana söz vermiyorum’ dediğini duyunca demokrasi düzleminde başka bir boyuta geçtiğimizi anlamıştım.

Sorun da o: Bu doku içinde cereyan eden otokratik sistemlerin getirdiği en büyük dert (evet, dert) demokrasi güveninin sarsılmasıdır. O sarsıntı demokrasi ikilikleri dediğim kavram çiftlerinden çıkıyor: Halk mı, seçkinler mi? Çoğunluk mu azınlık mı? Platon’dan beri devam eden ve demokrasinin bir ‘seçkinler yönetimi’ olduğunu iddia eden görüşe kısmen katılır kısmen katılmam. Hemfikir olduğum yanı, buradaki seçkin kavramının akla ilk elde gelen anlamından farklı olarak meritokrasiyi işaret etmesidir ve elbette öyledir. Oysa bugün kitlelerin otokratlara verdiği oya bakıp, insanların, demokrasinin özüne dönük kaygılara, kuşkulara kapıldığını biliyorum. Günümüzün demokratik kuram literatürü bu doğrultuda gelişiyor ve ‘rasyonel seçmen’ olmadığını söyleyen değerlendirmelerden tutun da hiç seçim yapılmaması gerektiğini söyleyen görüşlere kadar yelpaze genişliyor, demokrasi inançsızlığı artıyor. Bu çok korkunç bir değerlendirme.

Size son bir sır vereyim: Demokratik yönetim modellerinin gitgide çoğulculuk, katılımcılık eksenlerindeki zafiyeti bizi Lenin’in ‘demokratik merkeziyetçilik’ görüşüne getiriyor. Çünkü, demokrasinin zafiyeti, katılım ve çoğulculuk mekanizmalarının işletilmemesidir. Doğrudan demokrasi dediğimiz mekanizmanın kurulmamasıdır. Bu durumda birileri yetki ve egemenlik hakkı transferiyle sizin adınıza karar verecektir. Bugün dünyanın en ciddi sorunu parti sisteminin bu özelliğidir.

Şimdi gelelim nihai noktaya: Bahsettiğim eksiklerle birlikte ortaya çıkan otokrasi sadece bir yönetim niteliği değildir. Herkes, tüm kurumlar hayata aynı optikten bakıyor. Popülizm genişledikçe, normatif yapılar eskidikçe, demokrasi bilinci eridikçe bireyler git gide daha fazla çıkarcı, oportünist, kariyerist bir nitelik kazanıyor. Herkes kendi başına bir otokrat oluyor.

Bugün, açın makaleleri okuyun, şirket yönetimlerinde veya ebeveyn-çocuk ilişkisinde, gündelik hayattaki insan ilişkilerinde yani sevdiğim tabirle ‘mikrolojiler’de de otokratik yöntemler gitgide hakim hale geliyor. Herkes kendi hakkını kendisi almaya çalışıyor. Kimse ‘ihkak-ı hak’ın yani hakkını insanın bizzat almasının bir taammüt olduğunu ve bunun da en ağır cezayı iktiza ettiğini unutuyor.

Daha 1990’ların sonunda merkezi devlet otoritesinin acze düşmesinin nasıl mafyacılığa yol açtığını siyasal literatür saptadı. Bugün üstündeki adamın motosikletini işine geldiği için ve tüm kuralları hiçe sayarak kaldırımda sürmesiyle, uyardığınızda sizi dövmeye çalışmasıyla, Will Smtih’in hoşuna gitmeyen bir hal karşısında sahneye çıkıp muhatabını tokatlaması veya Putin’in Ukrayna’yı basması arasında şimdi söyleyin bakalım bir fark var mı?

Kısacası bu!...

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün