H. Arendt, Eichmann´ın yargılanması sürecinde ele aldığı ve yayınladığı ´Kötülüğün Sıradanlığı´ adlı yapıtında bu kavramı, aslında insanoğlunun davranış güdülerinin ne denli kölesi olabileceği şeklinde değerlendiriyor.
Eichmann'ın savunmasında belirtmiş olduğu “Ben sadece emirlere riayet ettim, bu açıdan suçlu değilim” ifadesi açıkça kötülüğün sıradanlığını gösterir.
Onun gibi çok sıradan başka insanlar da çok korkunç şeyler yapabilir. Çünkü düşünme yetisini ve kişiliğini kendi üzerinde bir otoriteye teslim eden herhangi biri kolaylıkla her türlü kötülüğü yapabilir ve sanki yapanın kendisi değilmişçesine aklını ve ruhunu özgürleştirebilir.
Bu kötücü davranış, sadece kişiliğin bir başka otoriteye teslimiyeti değil, insan ruhunun kendi vahşi doğasının denetimsiz ve şiddete açık varoluşunda da görülür.
Kötülüklerin temelinde olan davranışlar sadece düşünmeden edilen hareketler olarak değil, insanın doğasında var olan ve bir refleks haliyle hayatta kalma savaşında da ortaya çıkar.
O içgüdü herhangi bir gerekçeli sebep aramadan hatta yaratmadan kişiyi düşünmeden kötülüğün kaynağı yapar. Bu duygu öğlesine tehlikelidir ki hazza bile dönüşüp sıradan bir olgu gibi de anlaşılabilir.
Evet Arendt'e göre, Eichmann Yahudi nefretiyle dolu, hasta ruhlu, sadist bir canavar değil "sıradan bir hayat süren korkunç derecede normal bir insan"dı. Tıpkı çevresindeki bir sürü aydın ve kültürlü gibi. Ari ırk ya da antisemitizm gibi kavramlar hakkında düşünmeyen, bunları sorgulamayan sıradan, bir devlet memurudur. Yahudilerin nihai çözümle gaz odalarında ya da fırınlarda yakılarak yok edilmek üzere toplama kamplarına sevkiyatını da sıradan ve gündelik bir komutla yerine getirmiştir.
Bu komutun yüz binlerce insanın yok oluşuna gelecek nesillerin umut ve özgürlüklerinin yok edilmesine, yoksunluklarına, yetim ve kimsesiz kalmalarına bile neden olabileceğini düşünmemiştir bile.
Kötülük aslında, dün olduğu gibi bugün de geçerliliğini koruyor. Çünkü büyük kötülükleri yapanlar sadece caniler değildir. Soykırımlar, katliamlar, insanların canına, malına, özgürlüğüne, onuruna kasteden bütün kötülükler, düşüncesi ve vicdanı susturulmuş sıradan insanlar tarafından yapılır.
Kosinski’nin başyapıtı olan ‘Boyalı Kuş’ romanı, çocuk yaştaki bir çingenenin Nazi zulmünden kaçışını anlatır. Hayatta kalmak için oradan oraya kaçan çocuk, bin türlü işkenceye maruz bırakılır ve nihayetinde anne-babasına yaşadıklarından sonra farklı bir kimlikle geri döner.
Roman büyük ölçüde Kosinski’nin yaşamından kesitleri yansıtır.
Roman boyunca adı belirtilmeyen ailesi tarafından savaşın dışında tutulması istenen çocuk bir kuşçuyla emanet edilmiş birlikte yaşamaktadır. Kuşçu, kuşlarını uçmaları için serbest bırakıp ve sonra kafeslerine dönmeleri için, yakaladığı herhangi bir kuşu farklı renklerde boyayarak göğe bırakır. Farklı olan türdeşlerini hazmedemeyen kuşlarsa toplanarak, bu boyalı kuşu gagalarıyla parçalarlar, öldürürler.
Bu sadece kendilerinden farklı olduğu dolayısıyla ortaya çıkan şiddetle sonuçlanmıştır. Her biri bir tarafa dağılan kuşlar bir anda birleşerek, ortak düşman olarak belledikleri farklı bir renkteki kuşu yok ederler.
1933 yılında Polonya’da doğan Kosinski çocuk yaşta II. Dünya Savaşı’nın karmaşık dünyası içinde bulur kendini. Nazilerin Polonya saldırısıyla birlikte savaşın tüm acımasızlığına şahit olur.
Kosinski ailesi tarafından hayatta kalabilmesi için akrabalarına verilir kısa sürede onları kaybeder ve küçük yaşta göçebe bir hayat yaşayarak köy köy gezer.
Şahit olduğu bir silahlı bir çatışmadan dolayı yaşadığı travma sonucu konuşma yetisini yitirir. Yıllar sonra II. Dünya Savaşı bitiminde ailesinin yanına döner ve yeniden yetisini kazanır.
Yaşadıklarını Boyalı Kuş romanıyla dile getirir.
Filmde ise konu biraz daha detaylı ve uzun soluklu ele alınır. Ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan acı hikayesi şeklinde anlatılır. Filmde hikaye olağanüstü siyah beyaz karelerle ve yıpratıcı bir gerçekçi tanıklıkla, dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin, yakınlığını hatta arasının sadece bir adım olduğu duygusunu irdeleyerek anlatılır.
Oysa vahşetin çığlığıyla yaşamakta, sevginin ve masumiyetin doğasıda insana özgüdür.
Film, dokuz bölümden oluşuyor. Savaşın cephelerden uzak atmosferinde evine doğru yolculuğa çıkarken karşılaştığı dokuz yetişkinin (geçici ebeveynin) isimleri, her bir bölümün başlığını oluşturuyor.
Her bir yetişkinin, ailesini evini ve huzurunu arayan bu çocuk için yeni bir sığınak olması istenirken vahşetin ve kötülüğün insan doğasında savaşın yıkıcılığıyla nasıl farklılaştığını gözler önüne serer.
Doğa da tüm yalınlığıyla bu vahşete tanık olurken çocuğun özünde yatan masumiyeti korumak ister gibi sürgün günlerinde ona kucak açar.
Filmde şiddetin acımasızlığın insanın doğasında nasıl yer ettiğini izledikçe ve son derece yıpratıcı sahnelerine tanık olsak da Yönetmen Václav Marhoul, seyircinin acıyı hissetmesini isterken, bir duygusal manipülasyona uğramasına da karşı duruyor. Dolayısıyla filmi izlerken bir acıma duygusundan haksızlığa koşulsuz kötülüğe ve bunu yapan salt insan içgüdüsüne karşı öfkeye kapılıp olaylara tanık oluyorsunuz.
Bugün insanlığın gelmiş olduğu 2022 yılında ülkemize komşu sayılan bir ülkede adına ister iç savaş, ister ayaklanma, ister bir diktatörün zulmü ile elde etmek istedikleri, ister ekonomi savaşı ne derseniz deyin; günümüz insanına yakışmayan toplumsal bir dram yaşanmakta.
Sürgünler, zorunlu göçler ve parçalanmış aileler, yıkımlar ve yok edilen özgürlükler ve bu zulmün mazlumları olanlar aynen Boyalı Kuş'taki çocuk gibi masumca yaşama hakkı için ülkelerini terk etmekte.
Bu terk edişe göstereceğimiz tepki de bizim insanlık sınavımız olmalıdır.