“İnsanlar bazen nasıl bir inancım olmadığını anlayamadıklarını söylüyorlar. İnsan böyle depresyona girermiş. Bence bu düşüncede hastalıklı bir şey var. Bu cümledeki korkaklık seviyesine dayanamıyorum.”
Pandemide Kadıköy’deki mekânından ayrılan Craft Tiyatro bu sezondan itibaren çalışmalarını Yapı Kredi Bomontiada’nın Craft Tiyatro ve Atölye Craft için oluşturduğu, pandemi şartlarına uygun sahne ve atölye alanında sürdürecek. Craft, atölyelerin yanı sıra, 100-120 kişi alabilen, son derce işlevsel yeni oyun alanında mart başından beri Simon Stephens’ın ‘Sea Wall / Dalgakıran’ sergileniyor.
1971 doğumlu Simon Stephens, DOT’ta ‘Pornografi’ ve ‘Punk Rock’, Tiyatrokare’de ‘Süper İyi Günler’ oyunlarını izleyen İstanbul seyircisinin iyi tanıdığı bir İngiliz oyun yazarı. 2008’de Londra Bush Theatre’dan bir oyun yazma teklifi geldiğinde, “aniden gelişen olaylar hakkında, kız babası olmak hakkında ve giderek artan tanrıtanımazlığı hakkında bir monolog yazmak” istediğini hissetmiş. Sea Wall / Dalgakıran işte böyle ortaya çıkmış.
Dalgakıran oyuncunun canlandırdığı Alex’in doğrudan izleyicilerle konuştuğu yaklaşık 1 saat süren tek kişilik bir oyun. Yaşamın kayırdığı Alex, çok sevdiği güzel eşi Helen ve dünya tatlısı kızı Lucy ile Londra’da yaşıyor; fotoğrafçılıktan beklenmedik iyi para kazanıyor. Tanrı ve inanç(sızlık) konusunu keyifle tartıştığı karısının babası Arthur ile müthiş iyi anlaşıyor. Ailece tatile çıktıkları yazlarını Arthur’un Güney Fransa’daki villasında geçiriyorlar. Bu huzurlu tatiller kusursuz mutluluk tablosunu tamamlıyor. Ta ki, deniz kıyısındaki bu pırıltılı günlerden birinde Alex’in dünyası bir daha toparlanmamak üzere altüst olana kadar…
Oyunu yöneten Çağ Çalışkur, Simon Stephens’ın dantel gibi işlenmiş nefis metnini, platform üzerinde bir iskemleye oturttuğu Serkan Altunorak’a emanet etmiş. DOT’un ‘Kürklü Merkür’ünden beri kuşağının en iyi oyuncularından biri olarak takdir ettiğim Serkan Altunorak ilk repliğinden itibaren izleyiciyle öyle bir iletişim kuruyor ki, her bir seyirci oyunu Alex’le teke tek mahrem bir dertleşme olarak yaşıyor. Anlatısına ara ara giren, geçmiş tatilleri anımsadığı anılarda Alex, Helen, Lucy ve Arthur’la yaşadıklarını büyük sevgiyle hatırlıyor, Arthur’la Tanrı’nın varlığı konusundaki felsefi tartışmaları yüzünde sımsıcak bir gülümsemeyle aktarıyor. Serkan o gülümsemeye öyle benzersiz bir hüzün katıyor ki, izleyiciye en başından beri tedirginlikle kötü bir şey olacağını hissettiriyor. Finalde, tüm mutluluğunun paramparça oluşunu, sinek uçsa duyulacak bir alçak sesle aktardığında, her bir sözcüğünü izleyicinin gönlüne ateşten birer damla gibi akıtıyor.
Eminim ki tiyatroyu çok iyi bildiğini iddia eden kimi dinozorlar, dört yıl önce ‘Killology’de yapmış oldukları gibi Dalgakıran’ın sezonun en iyi oyunlarından biri, Serkan’ın da tartışmasız yılın en iyi oyuncusu olduğunu yine görmezden gelecekler. Ne gam! Tiyatronun has seyircisi bunu çoktan fark etmiş ki, Dalgakıran yılın en zor yer bulunan oyunu olmuş.
Umarım mayıs ayına bilet bulursunuz.
Her cumartesi 18.00 ve 20.30’da Craft Bomontiada’da. Sakın kaçırmayın!
Tiyatro.İN’in yeni yapımı
‘La m ère / Anne’
Henüz 43 yaşında olmasına rağmen 21. yüzyılın en önde gelen yaratıcı dehalarından biri olarak kabul gören Florian Zeller, on parmağında on marifet bir sanatçı. 2002-2012 arasında hepsi ses getiren beş roman yazmış, 2004’ten günümüze çok sayıda ödül kazanan 13 oyun kaleme almış. Üç film senaryosu yazmış, ilk uzun metrajı olarak kendi oyunu ‘Baba’yı yazıp yönetmiş.
‘La Mère / Anne’ (2010), ‘Le Père / Baba’ (2012) ve ‘Le Fils / Oğul’ (2018) oyunları kendi ifadesiyle “istem dışı bir üçleme” oluşturur. Günümüz aile yapısını ve bireylerini ele alan üç oyunun da laytmotifi ‘keder’dir. Çocuklarının evden ayrılışı sonrası yalnızlığın yıkımını yaşayan annenin kederi, çevresindeki mekânların, kişilerin, nesnelerin giderek başkalaştığını duyumsayan babanın kederi, henüz yeniyetme olan oğulun yaşamdan kopuşunun yaşamaktan zevk alamayışının kederi.
Yasmina Reza ile birlikte yaşayan en iyi iki Fransız tiyatro yazarından biri olarak görülen, oyunları tüm dünyada en çok sahnelenen francophone yazar Zeller’in birçok farklı ülkede en iyi kadın oyuncu başta olmak üzere çok sayıda ödül kazanan Anne’si, Türkiye’de ilk kez Onur Ünsal’ın yönettiği, Defne Kayalar, Engin Hepileri, Doğa Halis ve Sevda Erginci’nin oynadıkları bir Tiyatro.İN yapımı olarak sahneleniyor.
Dekor-ışık tasarımını Cem Yılmazer, kostüm tasarımını Hazal Gürel, ses ve müziği Mert Üçer üstlenmiş.
Üçlemenin en sert ve etkileyici halkası Anne, çocukları evden ayrılmış orta yaşa yakın bir annenin, modern eril aile yapılanmasında kayboluşunu, hayatının elinden kayıp gidişini fark etmenin yarattığı psikolojik gerilimi gerçekle hayalin iç içe geçtiği bir dünyada anlatır. Yıllarca süren evliliğin heyecanları giderek tükenmiştir. Titiz koca karısına göstermediği ilgiyi giysilerine, özellikle çıkarır çıkarmaz bir askıya takarak kıvrımlarını düzelttiği paltosuna yöneltmektedir. Oyun, kadınla kocasının birbirini hiç dinlemediği ikili monolog gibi bir diyalogla başlar. Başka bir kentte seminere gideceğini söyleyen kocasının, daha genç bir sevgiliyle kaçamak yapacağını düşünen kadının asıl derdi, “başka bir sevgi peşinde” evinden ayrılan oğlu olmaksızın yapayalnız geçecek yaşamın korkusudur. Sevgilisiyle bir anlaşmazlık yaşayan oğul, aile evine geri geldiğinde, kadın genç adamın amacının yaşamını düşünmek için kendi kendine dönmek olduğunu anlamaz, anneciğine döndüğüne inanır…
Zeller, yaşlanma, bellek, aile ve çift ilişkilerinin girift yollarında gezinirken, Antik Yunan’dan günümüze sayısız kez değinilen, oğlunun tek ve büyük aşkı olmayı düşleyen anne konusuna farklı ve taptaze bir bakış getirir.
Geri dönüşler ve tekrarlarla ilerleyen, seyirciyi, kimi zaman oyunun gerçek zamanında, kimi zaman annenin zihninde gezdiren anlatı, tek bir gerçeği doğrulamak yerine her an birden fazla gerçek olduğunu belirtir. Birbirini izleyen sahnelerin biraz değiştirilerek tekrarlanması, aynı diyalogların farklı çeşitlenmeleri, izleyicinin anlatıya şüphe ve kuşkuyla yaklaşılmasını sağlar. Annenin rakibe olarak gördüğü, oğlunun ve kocasının olası genç sevgilisini aynı oyuncunun canlandırması bu kişinin gerçekliğini iyice muğlaklaştırır. Gerçek görünen bölümlerle, karşıt izlenimi yaratanlar veya düşsel olabilecekler aynı yoğunluk ve inandırıcılıkla yansıtılır. Olayların geçmişte mi, günümüzde mi, gelecekte mi, dün mü, ertesi gün mü geçtiği belli değildir. Olaylar gerçek midir? Hayal mı edilmiştir? Rüyada mı geçmektedir? İzleyiciyi bu farklı boyutlara aynı anda ve eş zamanlı olarak sürükleyen Zeller müthiş inandırıcılıkla anlattıklarını anında farklı açıdan sorgulatarak seyirciyi çok sayıda ipucu peşinde, açıkça verilmemiş olan bir/birçok sonuca ulaştırır.
Onur Ünsal, ilk yönetmenlik denemesinde metnin belirsizliklerine ve çift anlamlılığına ustalıkla teatral bir karşılık oluşturur. Dekoru oyunun karakteri olarak ele alarak her çeşitlemeyi hem oyuncuların bedenleri ve replikleriyle, hem mekânı, kostümleri, sahneye giriş-çıkışları farklılaştırarak ve her sekansı aynı inandırıcılıkla işleyerek Zeller’in peşinde olduğu buğulu, bulanık, biraz fantastik gerçekliğe başarıyla ulaşır. Parlak mizansen buluşları arasında, yukarıda sözü geçen, çağcıl erkek egemen bakışın simgesi olan paltoyu, annenin karabasanında onu boğmaya çalışan oğluna giydirerek, kadını terk ederek ölümüne sürükleyen iki erkeği birleştirmesi müthiş etkileyicidir.
Kendisi de müthiş bir oyuncu olan Ünsal, oyuncu yönetiminde de çok başarılıdır. On yıl önce ‘Babamın Cesetleri’nde yine anne olarak beğendiğim Defne Kayalar, anneyi var eden, yaşayan ve yaşatan nefes kesici yorumuyla tiyatroya olağanüstü bir dönüş yapar. Yılların oyuncusu, Engin Hepileri’nin koca yorumu dört dörtlük. İlk defa izlediğim, iki sevgiliyi ustalıkla ayrıştıran Sevda Erginci, sahne sempatisiyle de çok başarılıdır.
Doğa Halis’in oğul yorumu konusunda biraz kararsızım. Gerçekçi ve inandırıcı ama, bence varlığının ve yokluğunun yarattıklarıyla oyunun kilit kişisi olan oğul, sahnede daha çok var olması gereken, Fransızların tabiriyle ‘presence’ isteyen bir yorum gerektiriyor.
Sonuç olarak Anne, metin olarak son yıllarda izlediğim en iyi oyunlardan biri. Çok başarılı sahnelenmiş, çoklukla çok iyi yorumlanmış.
27 Mart ve 30 Mayıs Zorlu PSM, 7 Mayıs Fişekhane ve sezon boyunca İstanbul ve Türkiye sahnelerinde. Mutlaka izleyin derim.
Hepinize sağlıklı seyirler dilerim.