Bu hayatta beni en mutlu eden iyi kitaplar okumak ve peşinden iyi kitapların ışığı altında hayatın hay huyunu çözümlemeye çalışmak oldu.
Karşılaştığım ilk kitap, ilkokula başladığım günlerde elime geçen ‘Pembe Gözlüklü Çocuk’tu. İri harflerle yazılmış, aynı zamanda resimlenmiş bu kitapta tembel bir çocuğun pembe bir gözlüğe sahip olmasıyla hayatının nasıl değiştiği anlatılıyordu. Çocuk gözlüğü taktığında bu dünyaya ilişkin bilmesi gereken ne varsa film gibi onları seyrediyor, kendisine ne sorulsa anında her tür ayrıntısıyla cevabını veriyordu. Gözlüğe sahip olmasıyla birlikte tüm sınavlarda üstün başarı sağlayan ve herkesin takdirine kazanan çocuğun mutluluğu gözlüğün kırılmasıyla sona eriyordu. Öğretmen nihayet o bilgelik dolu sözlerle çocuğa gerçeği işaret ediyordu: Kitaplar okursan mucizelere ihtiyacın kalmaz. Önemli olan gözlük değil kitaplardır.
Gözlük olsa iyi olurdu fakat yoktu ve olmayacaktı. Öyleyse ben de o harika gözlükle dünyayı öğrenen çocuğun bilgilerine kitaplar marifetiyle ulaşmalıydım. Böylelikle yazının dünyasına girdim. O yılların Türkiye’sinde kitabın, kütüphanenin sebil olduğu sanılmasın. Bir zamanlar okuryazar olmayan Meksikalı köylüler yerde bir gazete parçası gördüklerinde ona kutsal bir nesne muamelesi yaparak kaldırıp duvarın üstüne koyarlarmış. Bizim dönemimizde de yerde bir gazete parçası gördüğümüzde durup onu okumaya çalışırdık. Anlaşılacağı gibi okunacak ne varsa büyük bir iştahla saldırdım. Dönemin çocuk kitapları kadar favori resimli romanlardan da nasibimi aldım.
Daha sistematik okumaları yatılı okumaya gittiğim Rize İlk Öğretmen Okulunda yaptım diyebilirim. Bize yol gösteren kıymetli hocalarımız oldu. Kütüphanede yer alan batılı klasikleri hayranlıkla birbiri ardına devirdim. Panait Istrati’nin Akdeniz duyarlılığı dolu kitapları, Jack London’un disiplinli bir iradenin kudretini öğreten Martin Eden’i, Albert Camus’nün Yabancı’sı, Stefan Zweig’in Merhamet’i ve daha nice kitap önümüze yenidünyalar açtı. Sadece okumakla kalmıyor, geceleri bir araya geldiğimiz çok yakın arkadaşla hayatı didikleyerek anlamaya çalışıyorduk. Rize’nin dinmek bilmez yağmurları yatılı okulun çinko damında adeta sonsuzluğa uzanan tıpırtılarıyla bize eşlik ederken, karanlık camların ötesindeki hayata biraz daha ışık düşürmek için bilgilerimizi, duygularımızı kardeşçe üleşmeye çalışıyorduk. Sonra tüm haşmetleriyle ve elbette troykaları, semaverleri, Anna diye başlayan karakter isimleri ve nihayet görmeden büyülendiğimiz Petersburg şehri ile Rus romanları girdi hayatımıza. Tek kelimeyle kral Dostoyevski’ydi. Bu kişi yazar değil kesinlikle büyücüydü, roman yazmıyor, adeta kalemiyle hepimizin ruhunun en ücra köşelerine kadar uzanıyor, ötekini değil bizi, hepimizi anlatıyordu. Raskolnikov bizdik, Karamazof Kardeşlerin her biri ayrı karakterdeki kahramanları tüm çelişkileriyle birlikte bizdik, delikanlı bizdik, ecinnilerde sayfaların arasından başını uzatan kişiler de bizdik. Tolstoy, Gogol, Çehov, Puşkin, Lermantov… 27 yaşında düelloda ölen Lermantov’un “hayat büyük ve aptalca bir şaka” mısraı “hayat nedir?”in peşine düşmüş bizlere vurulan bir tokattı. Olabilir miydi? Belli ki bu hayatta sorular açıkça belliydi ancak cevaplar sadece denemelerdi ve çeşit çeşitti. S. Plath, W. Woolf, C. Pavese, S. Zweig, Y. Mişima, daha niceleri… Ne oluyordu bütün bu yazarlara, şairlere bir yerde hayatlarına kendileri nokta koymak istiyorlardı? Bu da cevaplardan bir başkası mıydı? Nihayetinde hayat dediğin adı ölüm olan kardeşini de kapsıyordu mutlaka ancak her nefes aynı zamanda bir ümit değil miydi?
Siyasalda okuduğum yıllar seksen öncesinin siyah beyaz günleriydi. Ölüm zaten kendiliğinden genç olmanın koluna girmişken artık hayatı sorgulamanın bir manası kalmamıştı. Yaşamak ve bu ülke, bu millet için elimizden geleni yapmak durumundaydık. Sayısız insan köşe başlarında, duraklarda, duvar diplerinde tanımadıkları başka gençlerin kurşunlarına hedef oldu. Kolektif hikâyesinin çekirdeğine anıların, şiirlerin, şarkıların ve en çok da acıların bağlamında ölmeyi ve öldürmeyi yerleştirmiş siyasal hareketlerin bir parçası olmak ne kolaydı. Zaten yaşamak dediğin kardeşlerine adanmak ve gereğini yapmaktı, gerisi sadece aklın sesini susturmaya yetecek kadar gerekli kimi siyasi alıntılardan ve kolajlardan ibaretti.
Darbe sonrasında Mamak Cezaevine girdiğimde dönemin hapishane ortamına dair şimdi burada yazmak istemediğim zor şartlar zaten elde var birdi, ancak beni en çok sarsan koğuşta okunacak hiçbir şey, evet yere düşmüş bir gazete parçasının bile olmamasıydı. Sonra nice ısrar, talep, dilekçe ile ilk kitabımızı aldık: Nutuk. Belli ki darbeyi gerçekleştirenler suçun nedenlerine ilişkin yorumlarında kitaplara da hatırı sayılır bir yer vermişlerdi. Zamanla yavaş yavaş başka kitaplar da gelmeye başladı. Kitap varsa eğer demir parmaklıkların arkasında kalmak, dar alanlara kapanmak mümkün değildi. Yazı, her tür şartı aşan özgürlüğünü sunuyordu bize. Okuduklarımızı bir daha okuduk. Her defasında hayretle zihnin atladığı yerler olduğunu gördük, kimi cümlelerle ilk defa karşılaşıyormuş gibi olmak tuhaftı. Demek ki göz okurken zihin kimi anlarda hatıralara kaçıyor, gözden idrake ulaşan köprü kopuyordu.
Üniversitede hocalığa başladığımda lisansüstü programların bel kemiğini yine kitaplar oluşturdu. Her hafta bir kitap. Kitaplar aynıydı fakat okuyanlar farklı olduğu için dikkatler, ilgiler, yorumlar, anlamlar ne kadar da çoğullaşıyordu. Canetti, Berman, Bauman, Scott, Sennet, Habermas, Gramsci, Althusser, Foucault, Fazlurrahman, Lewis… Derslerdeki tartışmalar çok sesli koro icraları gibiydi. Kitaplar hayata ne kadar benziyordu, hayatın da çok sesli bir dünyası vardı ve cehalet, kapanma, her ne adına olursa olsun küçük dünyalara gömülme bu çok sesli hayatı kuraklaştırıyor, gerçeğinin yerine aşkın olma tehlikesini bağrında taşıyan yanılsamasını sunuyordu. Hangi kılıkta olura olsun dibine kadar sorgulanmayan, çapraz sorguya alınmayan, aklın sınırlarına ulaşan her tür imkân ile anlamı çözümlenmeyen hiçbir şeye eyvallah demeyecektik. Hocalar öğrencilerine öğretir ve hiç şüphesiz onlardan öğrenir. Her fikirden her meşrepten her düşünceden çok kıymetli öğrencilerim oldu ve onlarla birlikte hayatı, iktidarı, ideolojiyi, şiddeti, egemenliği, tarihi, sosyolojiyi, insanın şu tuhaf psikolojisini sorguladık.
Siyaset içindeki yıllarımda önce Meclis kütüphanesine sonra Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesine üye oldum. Hangi kitap aransa bulunuyor olması doğrusu büyük konfordu.
Düşünüyorum da bu hayatta beni en mutlu eden iyi kitaplar okumak ve peşinden iyi kitapların ışığı altında hayatın hay huyunu çözümlemeye çalışmak oldu. Kim neyi niçin yapıyor, grup dinamikleri nasıl teşekkül ediyor, dil kimliği nasıl ifşa ediyor? Her türlü soruya, yine, muhakkak deneme ama iyi deneme anlamına gelen cevaplara insan kitaplarla ulaşabiliyor. Bu yüzden yazı galiba en büyük mucizelerden biri. Düşünün, hiç tanımadığınız, karşılaşmadığınız, tarihin derinliklerinde kaldıkları için asla yan yana gelemeyeceğiniz insanlarla kitapları üzerinden buluşup konuşabiliyor, halleşebiliyordunuz. Pembe gözlükten bile daha büyük bir mucize değil miydi bu? İcat edilmesinden tutun kile, deriye, ilkel kâğıtlara ve bugün ekrana yazılmasına, bu muazzam müktesebatla insanlık denilen “şey” her ne ise onun içini doldurmasına kadar her türlü hali düşündüğümüzde, evet, yazının yerini tutacak, onunla boy ölçüşecek başka bir icattan bahsedemeyiz. Zaten öyle anlaşılıyor ki, diğer icatlar da nihayetinde yazının mümkün hale getirdiği birikimin bir ürünü. İnsanı bildiğimiz insan yapan da yazı. Varlığın “iç”ini, iç derinliğini oluşturan okuryazarlık. Kolektif dilin ezber klişeleri ile değil kişisel dilin imkânıyla konuşan kimi dinleseniz anlarsınız ki ses, yazının insana kazandırdığı o iç derinlikten gelmektedir.
Yazıya hayat veren, hepimizin parçası olduğu o insanlığın “iç”ini oluşturan, geçmişten bugüne farklı kültür, millet, medeniyet mensupları olarak aynı ortak insanlığa konuşan herkese minnet duyulmaz da ne yapılır? O yüzden, Kafka’nın dediği gibi “İçimizdeki buzdan denizi kılıcıyla parçalayan iyi kitap sahipleri”ni her defasında, insanlığın ortak bağlamında herkesin kendisi ve elbette benim ben olmamı sağladıkları için binlerce teşekkür ile birlikte anıyorum.