Belki daldan bükme bir Frankofonum ama Fransa tarihini de edebiyatını da kendime göre ve bana yetecek kadarıyla iyi bildiğimi iddia ederim. Bir zamanlar bu konularda daha da saçma sözler eder, mesela Fransız edebiyatını Fransızlarla tartışmak istediğimi söylerdim. Anglosakson eğitiminden geçmeme mukabil bu ilginin nereden gelip beni bulduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki Fransız sinemasıdır belki de hayata bir edebiyatçı olarak başlamamdır. Belli bir dönemin Türk edebiyatını tanımaya başladığınızda analitik ve derinlemesine düşünme merakınız varsa Fransız edebiyatıyla karışıp kaynaşmamak olanaksızdır. Parnas Okulu olmadan Yahya Kemal ve Haşim anlaşılamayacağı gibi Tanpınar okuyunca gene Valéry’yi, Orhan Veli okuyunca Souppault’yu veya Prévert’i bilmemek nasıl kabil olabilir? Sonra Fransız sinemasının büyüsü var. Yeryüzü sineması onların 1950’larde yakaladığı ve bendenizin ‘sıradanlıktaki trajik’ diye tanımladığım sinema atmosferine bir daha asla erişemedi. Fransız resmini ise hiç zikretmiyorum bile. Dünyaya resim yapmayı onlar ve İtalyanlar öğretti.
Bu kültür Fransa’sının siyaset Fransa’sı olarak da hayatımızın orta yerinde durduğu bir hakikattir. Ama oradaki etkileşim edebiyata nazaran daha örtük kalmıştır. Tanzimat’tan yani modernleşmeden başlayarak Fransa’nın toplumsal ve sosyal düzenlemelerini bire bir taklit etmişizdir ama konu henüz analitik ve mukayeseli şekilde tartışılmamıştır. Kanunlarımızı da devlet düzenimizi de onlardan almışızdır. Ancak bu durum sadece genel çizgilerle bilinen bir konudur. Daha ayrıntılı çalışılsa birçok karanlık nokta aydınlanacaktır.
Sadece şunu söyleyeyim: Bizdeki ilk belediye 6. Daire-i Belediye Nizamatı adıyla 1854’te kurulur. İstanbul 14 belede (‘beled’ şehir demektir) ayrılır. İyi de neden ilk belediyenin adı ‘6. Daire’dir diye hiçbir şeyi merak etmeyen halkımız bir kere olsun sormaz da düşünmez de. O da benden olsun: Efendim, malum Paris şehri de bölgelere (‘arrondissement’) ayrılır. Bunların en gelişmişi de ‘6. (‘sixiéme) Bölge’dir ve St Germain’i de kapsayan bu mahalle Paris’in en ‘gelişmiş’ muhiti sayılır. Tanzimat Efendileri de ona özenerek en gelişmiş bölge Beyoğlu’dur diye, kurdukları ilk belediyeye ‘6. Daire’ demişlerdir. Var mıdır, olabilir mi daha ötesi?
Laikliği Fransa’dan aldık. Devrim düşüncesini Fransızlardan öğrendik. Eğitim sistemimiz tıpa tıp onlardan devşirildi. En önemlisi ‘cumhuriyet’ kavramını bize Fransızlar aktardı. Oysa sosyal dokumuza çok daha yakın olan Amerika ve cumhuriyeti ise hiç mi hiç bilinmedi. Amerika’ya ‘demokrasidir’ dedik ama cumhuriyet olduğunu hatırlamadık bile.
***
Bu şartlar altında Fransa’da yaşanan son seçimlere nasıl bakmalıyız?
Çok uzun bir zamandır dünyada üç büyük ve özgün cumhuriyet rejiminin krizde olduğunu söyleyerek başlayalım. Amerikan, Fransız ve Türkiye cumhuriyetleri tarihi galiba 1980’lere hiç değilse 1990’lara kadar geri götürülecek bir darboğazda yaşıyor. Cumhuriyetle birlikte gelen tüm kavramlar ve uygulamalar kendisine göre bir buhran içinde. Laiklik, başörtüsü, İslam, göç ve göçmenler ve benzeri konular toplumlarda birer çıkmaz halinde kendi girdaplarını yaratıyor. Hepsinden önemlisi bunların mecmuu olarak karşımıza çıkan sorun yani demokrasi!
Cumhuriyetlerin krizi mi demokrasinin krizini yarattı yoksa tersi mi cereyan etti sorusuna cevabım var ama şimdi girmiyorum. Ayrıca mukayese edildiği zaman, hatta mukayese demeyelim de ‘tartıldığı’ zaman diyelim, cumhuriyet asla demokrasinin önüne geçebilecek bir kavram değildir. Kendi içinde ve Fransız modelinde ne ölçüde önemli olursa olsun demokrasiden daha önde gelmez cumhuriyet. Bu ad altında kurulmuş ve yönetilen nice ülke gördük ki, demokrasinin esamisi bile okunuyordu. Oysa demokrasi tüm kurumlarıyla birlikte işletildiğinde ister cumhuriyet hakim olsun, isterse İngiltere, İsveç, Norveç, Hollanda’daki gibi monarşik bir yapı, insanlar mutludur. O zaman denklemi tersine çevirmek mümkün. Yani, Amerika’da Trump’ın iş başına gelmesi, Fransa’da çok uzun bir süredir Le Pen’in korkulu rüya olması cumhuriyetin yaşanan sorunlara kalıcı ve esnek cevaplar üretememesiyle ilgili olsa bile özünde birer demokrasi problemidir.
***
Chirac’ın başkan olduğu seçimde Fransa’daydım. Komünist bir arkadaşım buluşacağımız kahveye girince kan, ter ve gözyaşı içinde ve kahrederek “Ben ben olayım da Chirac’a oy vereyim” dedi. Mecburdu. Eğer karşısındaki tüm kuvvetler bir araya gelmeseydi Le Pen’in sandıktan çıkması işten değildi. Film mi, senaryo mu, tarih mi tekerrür ediyor bilmiyorum ama aynı durum Macron’un ilk başkanlığında da, bu defa da gerçekleşiyor. Seçimlerin birinci turu yaşandı ve Macron’un yüzde 28’ine karşılık Le Pen yüzde 23 oy aldı. Beni asıl ilgilendirense solun adayı Mélenchon’un oyu ise yüzde 23. Bu koşullarda karşısındaki güçler birleşecek ve Le Pen sandığa gömülecek. Yoksa Cumhuriyetin çanına ot tıkamak için alesta bekliyor.
Buradan ne sonuç çıkarmalıyız? Bir kısmını belirttim: cumhuriyetin krizi dediğim hadise aslında cumhuriyetlerin solla bağlarının kopması ya da solla olan ilişkilerinin cumhuriyetlere toplumun geri kalan kısmında yeterli bir destek sağlamaması. Project Syndicat’ta yazan Daniel Cohen bu konuyu olanca açıklığıyla ele alıyor ve fabrika işçilerinin sosyalist veya komünist partileri desteklediği dönem bitti, çünkü ‘merkeziyetçilik’ ana sorun haline geldi diyor. Bense 1990’lardan beri bu noktayı Chantal Mouffe’tan hareketle vurguladım: siyaset merkeze kaydıkça sağa da kayar. Bu çözülmeyi ancak sol partiler ve onların keskin, kararlı tutumu durdurabilir. Çünkü, sol, ‘popülizm’ demek değildir. ‘Populus’ yani halk demektir. İkisi arasında da Çin Seddi vardır.
Fransa, post-modern dönemin tüm dertlerini etinde duyuyor. Dünyaya sol siyaseti öğretmiş Fransa uzun aradan sonra ancak bu seçimde solun varlığını yeniden hissetti. O da neo-liberal ekonomilere şiddetle karşı çıkan, Avrupa Birliği konusunda hayli kuşkuları olan Mélenchon’la. Bu zorlu siyasetçiye de yeni solla, dünyanın ihtiyaç duyduğu solla ilgilidir demek zor. Gene de onun varlığını bir kazanç saymak gerek.
Dolayısıyla seçimlerin geleceği bize iki şey söylüyor: Neo-liberal ekonomiler, merkeziyetçi düzenlemeler, ‘ılımlı demokrasi’ler, popülist siyaset önümüzdeki dönemde de hakimiyetini koruyacak. Böylece dünya daha çok sağa kayacak. İnsanlar sorunlarına çözüm olarak bizatihi bir sorunu görüyor demektir bu. Bu nedenle de radikal sağ insanlığın karanlık ve çiğ yönünü yansıtan çığlıkları atmaya devam edecek. Macaristan’da Orban’ın seçilmesi de Putin’in savaş suçları işlemesine rağmen popülerlik puanlarını belli bir çizginin altına indirmemesi de aynı anlama gelir.
Çözüm sorunda aranırsa sorun çözümü ortadan kaldırır ve karanlık bir yanılsama yaratır. Radikal sağın malum görüşleri dışında neredeyse hiçbir siyasetin diğerinden farkının olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Pek bir şey değişmiyor toplumların hayatında son on yıldır. Değişime en açık toplumlardan biri olan ama Faşizme kadar açılan gizli dürtülerini de daima saklı tutan Fransa’da bile durum bu. Yani bu sorunun doğmasına bizzat seçimi kazananlar yardımcı oluyor.
2026’ya kadar beklemeyelim, görmeyelim derim...