Masal büyülü bir kelime. Alice´in yuvarlandığı kara deliğin kapısı gibi, insana bambaşka bir dünya vadediyor. Ne olursa olsun, hikâyenin mutlu sonla biteceği garantisi hepimize iyi geliyor. Masal gibi bir aşk, masal gibi bir hayat, masal gibi bir tatil, masalsı şeyler… Bunların hepsi güzeli, iyiyi çağrıştıran ifadeler. Oysa kimi masallara biraz yaklaşıp, daha yakından baktıkça bu vaat değişmeye başlıyor. Kelimelerden örülü perde yırtılıp liflerine ayrılınca ortaya beklenmedik, bambaşka bir gerçeklik çıkıyor. Bazı masallar kendini işte o zaman anlatmaya başlıyor. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler bunlardan biri.
Kaynaklara bakıldığında Grimm Kardeşler tarafından 1812 yılında bir Alman halk hikayesinden derlenen bu masal aynı zamanda Walt Disney Stüdyoları’nın ilk çizgi film prodüksiyonu olması bakımından önemli bir yere sahip. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler 1937 yılında Amerika’daki prömiyerlerinin ardından 1939’larda Avrupa sinemalarında gösterilmeye başlanıyor. Uzun bilet kuyrukları olan bu film çoğu ülke için dublaj yapılmış ilk Hollywood prodüksiyonu olması bakımından da anlamlı. Filmin gösterildiği ülkelerde aynı melodiyi kendi dillerinden söyleyen çocuklar, kolektif hafızanın coşkulu ve neşeli yanını oluşturur.
Ne var ki, insanlık tarihinin bu ilk masal prodüksiyonu çok da masalsı günlere denk gelmez. Dünya savaşın eşiğindedir. Masal da ister istemez bundan payını alır. Bunlardan ilki üvey anne çizimi ile ilgilidir. 1000’li yılların başında Ascania Hanedanı’nın bir üyesi olan Uta von Ballenstadt’ın, bağışçısı olduğu Naumburg Katedralinin cephesini süsleyen, üzerinde yakası dikleştirilmiş pelerini ve gerçek boyuttaki heykeliyle Disney’in üvey anne çizimine ilham verdiği söylenilir. 20. yüzyılın başlarından itibaren, Uta'nın kendine özgü yakası kalkık idealleştirilmiş resminin sayısız sanat tarihi ve seyahat rehberlerinde yayınlanmaya başlamasıyla şöhreti yayılmaya başlar. Kimilerince Orta Çağ’ın en güzel kadını, kimilerince ilk Alman top model olarak anılır olur. Öyle ki, Umberto Eco bir söyleşisinde kendisine yöneltilen sanat tarihinden bir kadın ile tek gece geçirme şansı olsaydı kimi seçerdi sorusunu Uta von Ballenstadt diye yanıtlar. Çocuğu olmayan ve soyu kendi ölümüyle sona eren Uta, Nazilerin de dikkatini çeker. ‘Gerçek’ Alman karakterinin ve kültürünün bir simgesi haline gelmeye başlar. Fritz Hippler'in The Eternal Jew adlı filminde aryan ırkın rol modeli olarak kullanılarak bir Nazi propaganda malzemesine dönüşür. Dönüşen yalnızca Uta’nın hikayesi değildir. Masalın kendisi de zamanın ruhundan payına düşeni alır.
Nazilerce, Çekoslovakya’da kurulan Terezin/Theresienstadt Toplama Kampında Yahudi tutuklular tarafından yazılan oyunlardan birinde bir uyarlama olarak karşımıza çıkar. Toplama kampının tahammül edilmesi güç atmosferini çocuklar için başkalaştırmaya çalışan bu uyarlama Felix Prokes, Pidla Horpatzky, Pavel Stransky, Kurt Egerer tarafından yazılan The Radio Show oyununun Masal Saati bölümünde yer almaktadır. Ara ara filmin şarkıları ile süslense de anlattığı hikaye bambaşkadır.
Masal, Yahudi çocukların Terezin’e gelişleriyle başlar. Çocukların toplama kampına girdikleri günün anılarını yeniden kurgulamak, başkalaştırmak ve bu yolla içinde bulundukları gerçek dünyayı masal dünyasına yakınlaştırarak katlanabilir kılmayı amaçlar. Masaldaki cücelerin hiç giysisi ve ayakkabısı yoktur. Havaların soğumaya başlamasıyla bu soruna bir çözüm bulması için bilge olan cüceye başvururlar. İçlerinde tek bir terzi ve tek bir ayakkabı tamircisi vardır. Onlar da sürekli çalışıp ihtiyaçları karşılamaya bir türlü yetişememektedir. Bir mucize olması için dua etmeye koyulurlar. Beklenen mucize bir gecede gerçekleşir. Terzi ve ayakkabı ustası bildikleri her şeyi unuturlar ancak onların dışındaki cücelerin hepsi hem dikiş dikmeyi hem de ayakkabı yapmayı öğrenir. Birbirlerini çok seven cüceler, birbirlerinden farklı giyinmeyi istemez. Hepsi aynı şeyi dikmeye karar verince yanlarında getirdikleri kıyafetlerini bavullara koyup meydana bırakırlar. Herkesin aynı şeyleri giydiği bir yerde farklı ve hele de daha iyi şeyleri kullanmak ayıptır ve cüceler hiç ayıp yapmamalarıyla ünlüdür. Böylece Terezin’in orta yerindeki büyük bavul dağlarına masal yoluyla bir açıklama getirilmiş olur. Yazının bundan sonrası masala devam etsin. Gelin, Türkçeye ilk defa çevrilen bu satırları beraberce okuyalım:
“Uzun çok uzun zaman önce, buradan çok çok uzak bir yerde, yedi orman ve yedi dağın ardında yüksekçe bir dağın düzlüğündeki kasabada mutlu yerliler yaşarmış. Bir sabah uyandıklarında kasabanın sokaklarından geçen cüce alayını görmüşler. Sırtlarında birer heybeyle şehrin kapılarına dayanan bu cücelerin nereden geldiklerini kimse bilmiyormuş. Merkezdeki büyükçe binaya doğru akın akın gitmeye başlamışlar. Ertesi gün yeni cüceler gelmiş… Sonraki gün yenileri… Günler böyle geçedursun, o büyük ev cücelere yetmez olmuş. Yerli halk arasında büyük bir merak ve kuşku oluşmaya başlamış. Kim bu cüceler? Nereden geldiler? Ne kadar kalacaklar? Burada ne işleri var diye birbirlerine sorup duruyorlarmış. Zamanla cücelerin çeşitli büyü ve tılsımlar yapabildiği söylentisi yerliler arasında yayılmış. Dahası kötü oldukları ve yerlilerin onlardan uzak durmaları tembih edilmiş. Söylentiye bakılırsa cüceler de yerli halktan hiç hoşlanmıyormuş. Biliyorsunuz değil mi çocuklar? Bu bir masal. Gerçek hayatta insanlar birbirlerini sever ve sayarlar.”
Biliyoruz, öyle değil mi?
Bu yazıyı kendi doktora tezimden, Dr. Lisa Peshel’in Performing Captivity, Performing Art kitabından yaralanarak yazdım.