The Game (Oyun) (1997), David Fincher’ın yönettiği bir Amerikan ‘gerilim’ filmi. Filmin başrol oyuncusu Michael Douglas, Wall Street (Borsa) (1987) filmindeki gibi zengin ve umursamaz bir yatırım bankacısıdır. Bu tiplemeyi bir yıl sonra A Perfect Murder (Kusursuz bir Cinayet) filmiyle tekrar canlandıracak olan Douglas’ın oynadığı karakter, Wall Street’dekinin aksine, ahlaki olarak daha gri bir bölgededir. Çünkü filmde karakterin portresi çizilirken vurgulanan, mesleki ahlakı değil, geçmişi ve özel hayatıdır. Filmin başında ve film boyunca yönetmen, Douglas’ın canlandırdığı karakter, Nicholas Van Orton’un babasının 48. doğum günü partisinden kesitler gösterir. Babası bu partide Nicholas’ın hala içinde yaşadığı malikanenin çatısından atlayarak intihar eder. Bu kesitleri görmemizin sebebi, Nicholas’ın da o hafta 48. yaşına girecek olmasıdır. Teoman’ın da dediği gibi ‘babasının öldüğü yaştadır’ fakat ‘bir bar taburesi üzerinde yas tutmak’ yerine, normal hayatına devam etmektedir. Ancak onun öldüğü günü kafasında canlandırmadan duramamaktadır. Doğum gününde, kendisinden daha küçük çaplı bir yaşamı olan küçük kardeşi tarafından yemeğe çağırılır. Kardeşi ona, müşterilerine eğlence hizmeti veren bir şirketin hediye kartını verir. Bu şirket, Disney tipinde bir eğlence şirketi değildir. Müşterilerine, kişiye özel ve gerçek hayatı oyuna entegre eden simülasyon benzeri bir oyun sunmaktadır. Nicholas şirketin ofisine gittiğinde birtakım testlere tabi tutulur. Yetkililer kendisine ileri bir tarihte oyununun başlayacağını ve oyundan haz almazsa ödeme yapmak zorunda olmadığını söyler.
Aslında Nicholas’ın oyundan önceki hayatında, birtakım problemler vardır. Kendisini tamamen işine adamıştır, davetler ve galalar gibi sosyalleşme gerektiren etkinliklerden aktif bir şekilde kaçınmaktadır. En büyük sosyal etkileşimi, spor yaptıktan sonra kulüpteki salonda diğer iş adamlarıyla deri koltuğunda içtiği bir kadeh viskidir. İçinde, tek bir uşakla birlikte yalnız yaşadığı devasa malikanesinin büyüklüğü, hayatının küçüklüğünün yanında tezat oluşturmaktadır.
Oynamaya başladığı bu oyun, onu arka arkaya çok kötü durumlara sokar. Kendisine önce, bunun bir oyun olmadığı ve aslında dolandırılıp bütün servetini kaybettiği söylenir, sonrasında ise sahte mermileri olan bir silahla yanlışlıkla kardeşini öldürdüğünü düşünmesi sağlanır. Sonunda, babasının öldüğü günden onlarca yıl sonra, aynı günde, onunla aynı şekilde, kardeşini öldürdüğünü zannettiği binanın tepesinden atlayarak intihar eder. Tam yirmi saniye boyunca Nicholas Van Orton’un düşüşünü izleriz. Bu yirmi saniye sırasında babasının öldüğü günden sahneler ekrana gelirken, baba ve oğulun ölümü arasındaki paralelliğe tanık oluruz ve benzer sonları bizi şaşırtır. Bir balo salonun kocaman cam tavanını kırarak bir yastığın üstüne düştüğünde ve üzerinde sahte kanla gülümseyen kardeşini gördüğünde ise, filmin arkasındaki anlamı çözeriz. Filmin başında, Nicholas’ın babasının ne kadar içine kapanık ve sert görüntüsünün altında ne kadar depresif olduğunu öğrenmiştik. Nicholas da onunla aynı yaşa basarken, işine obsesif bir şekilde bağlı olması ve sosyal becerilerinin zayıflığı yüzünden eşi tarafından terk edilmiştir ve yalnız yaşamaktadır. Tek bir yakın arkadaşının bulunmaması, zor durumlarda hayatta en çok güvendiği kişinin avukatının olması da, onun yalnızlığını daha çok vurgular. Aslında Nicholas’ın para ve statü gibi yüzeysel amaçlara çok kapıldığını hisseden kardeşi, bu doğum gününde, onu, içinde bulunduğu refah dolu izole dünyadan çıkarmak için böyle bir oyun tasarlamıştır. Nicholas bütün mal varlığını kaybettiğinde bile intiharı düşünmezken, kardeşini öldürdüğünü zannettiğinde hiç düşünmeden atlamış ve düşüşü boyunca, bir insanın sahip olabileceği en değerli şeyin maddi servet değil, ailesi ve arkadaşları olduğunu anlar. Bu oyun sayesinde hayatı bu kadar ciddiye almamasını gerektiğini öğrenir. ‘Yalnız kurt’ hayatının, onu eninde sonunda mutsuz bir yola sürükleyeceği, yalnız öleceği gerçeğiyle yüzleşir ve bir anda daha sosyal ve cana yakın birine dönüşür.
Bir gerilim filmi olarak pazarlanan filmin, gerilim türünün en temel öğelerinden, gizem, beklenmedik gelişmeler ve ince bir şekilde işlenen bir korkutucu öğelere başvurmakla birlikte, bir yandan da derin dramatik değerleri ortaya koyduğunu görürüz. The Game filmini bu kadar ilgi çekici ve zengin yapan seyirciye, korku etkeni olmadan fazla yalın ve depresif gelebilecek Nicholas Van Orton karakterinin, bu şekilde aktarılmasıdır.
Gerilim ve drama türlerinin birlikte kullanılışının günümüzde birçok örneği olmasına rağmen, en çarpıcı olanlarından biri de 2020’de vizyona giren ve Anthony Hopkins’e 83 yaşında ‘en iyi erkek başrol’ Oscar’ını kazandıran The Father (Baba) filmi. Bu film aynı zamanda Hopkins’e oyunculuk dalında bir Akademi ödülü kazanan en yaşlı oyuncu unvanını da kazandırdı. Yavaş yavaş demansın etkileriyle yüzleşen, Anthony isimli karakter, Galler asıllı şiirde de dendiği gibi, ‘o güzel geceye usulca gitmemeye çalışan’ ve ‘ışığın ölümü karşısında öfkelenen’, emekli bir adamdır. Filmin başında, kendi evinde yalnız yaşarken, kızının da onu sıklıkla ziyaret ettiğini görürüz. Bir sonraki sahnede ise evin aslında kızına ait olduğunu ve Anthony’nin geçici olarak onunla yaşadığını anlarız. Evin kendisinin olduğunu düşünen Anthony’nin kafası seyircininki kadar karışıktır. Film ilerledikçe, bütün gördüklerimizi yalanlayan yeni sürprizler ortaya çıkar. Bu hikaye gittikçe gerçekliğini kaybederken, emin olduğumuz tek şey, Anthony’nin akıl sağlığının gittikçe kötüleşip, hem uzun, hem de kısa dönem hafızasının onu çığırından çıkmış bir şekilde yanıltıyor olmasıdır. Kızının önerdiği bakıcıları reddeder ve sonunda insanların yüzlerini de karıştırmaya başlar. Anthony, filmin sonunda kızının Paris’e taşınmasıyla birlikte kendisini bir bakımevinde bulur. Uyandığında nerede olduğunu anlayamayan Anthony, birkaç sahne önce ‘kızının kocası’ olarak gördüğü adamın ve ‘bakıcı adayı’ olarak gördüğü kadının bakımevi çalışanları olduğunu anlar. Bu sahnede, aslında Anthony’nin şimdiye kadar izlediğimiz her şeyi bir bakımevindeyken hafızasında yaşadığını anlarız. Bu sahne ile birlikte, 83 yaşındaki Anthony’nin gözleri yaşlı bir şekilde annesini çağırır. Böylece film doruk noktasına ulaşır.
Filmin yönetmeni ve yazarı Florian Zeller, seyirciye filmin dramatik etkisini daha iyi aktarabilmek için, David Fincher’ın The Game’de yaptığı şekilde, başka bir türe, gerilime başvurur. Aslında seyirciyi endişelendirmesi, merak ettirmesi ve tüylerini diken diken ettirmesiyle karakterize edilen bu edebi türü, The Father’da çok iyi bir şekilde gözlemleriz. Kişilerin yüzlerinin ve atmosferin değişmesini Anthony’nin gözünden izlerken, doğru bildikleriyle gerçeklerin birbirinden farklı olduğunu anlamaya başlaması ile yaşadığı korkuyu içimizde hissederiz. Birçok gerilim filminde olduğu gibi, hikaye can alıcı bir sonla biter. ‘Gerilim filmi’ The Game’de olduğu gibi bu sürpriz son bizi korkutmak yerine üzer.
Her iki film de hikayelerini derinleştirmek ve ana fikirlerine daha iyi ulaşabilmek için türlerinin dışına çıkmıştır. Üstelik, seyircisini belli bir doruk noktası ve katarsise, üzüntü yolu ile ulaştırmaya çalışan drama türü, stres ve heyecanla ulaştırmaya çalışan gerilim türü birbirlerini çok iyi tamamlamıştır. Bu uyum, ne kadar etkileyici olursa olsun, seyirciyi yanıltabilir ve beklediklerinden çok farklı bir film ile karşılaşabilirler. Önemli olan, böyle filmlerde kullanılan farklı türlerin, yönetmen ve yazarlar tarafından iyi bir şekilde kontrast edilmesi, seyircinin anlayışını, filmin artistik etkisini azaltmadan kolaylaştırarak alacakları keyfi maksimize edebilme başarısıdır.