Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir ve evren belirlenmiş bir matematiksel düzen içinde işlemektedir. Yeryüzündeki tüm ayrımların, derinleşen ayrıştırmaların aksine birlik mesajı vermek istercesine bu sene Ramazan, Pesah ve Paskalya bir arada kutlandı. Ben de Almanya’da Paskalya yani Easter tatilini fırsat bilerek Türkiye’ye bir yolculuğa çıktım. Siz tatil dediğime bakmayın; zaman içinde gerisinde bir keşif heyecanı olmayan seyahatlere çıkmadığımı veya tatil diye çıktığım yolculukların bir keşif yolculuğuna dönüştüğü gerçeği ile yüzleştim. Dağlar, taşlar, coğrafyalar o bölgenin saklı tarihi dile gelip benimle konuşmak istiyor gibi hissetmeye başladım. Bu sefer yolun beni nereye götürdüğünü merak ettiğinizi biliyorum. Hazırsanız kemerlerinizi sıkıca bağlayın zamanda ve mekânda yapacağımız bu hızlı yolculuğun sonunda tek parça kalmanızı istiyorum. Malum bazı yolculuklarında herkese uygun olmadığını ancak yolda öğreniyor insan…
20 Mart tarihinde Berlin’de başarıyla sahnelediğimiz ‘Kibele’nin Kızları’ oyunu sonrasında dinlemek üzere yine Kibele’nin izinde bir seyahate çıkma kararı aldım. Yola çıkarken de aklımda Kibele ile özdeşleştirilen iki dağ vardı. Edremit’te bulunan Kaz Dağları (İda Dağı) ve Afyon bölgesindeki Murat Dağı. Su ve deniz özlemimden dolayı tabi ki gerçek adı Adra-mit olan Balıkesir Edremit bölgesi ağır bastı. Her daim başarılı kılavuzluğu ile bana yol gösteren değerli bir dostumla yola çıktık. Ondan rica ettiğim şey ise Berlin’in yükünü üstümden atabileceğim, tabiri caizse arınabileceğim bir termal otelde konaklamaktı. Sis nedeniyle İstanbul’dan gerçekleştiremediğimiz deniz yolculuğumuz mucize eseri bulunan Türk Hava Yolları biletleri ile gökyüzünden gerçekleşti. Birileri Adra-mit’e havadan uçarak inmemizi istemiş olsa gerek. Dostumun seçimlerine güvendiğim için kalacağımız oteli ve bölgeyi ona bırakmıştım. Uçaktan inip servisle yola çıktığımızda ise neyle karşılaşacağımızdan ikimiz de habersizdik.
Otelimizin bulunduğu yer Edremit’in Güre ilçesiydi. Edremit dünyada en yüksek oksijen oranına sahip bölgelerden birisi olan Kaz Dağları ile ünlü olmasının yanı sıra birçok özel tarihi olaya da tanıklık etmiş kutsal bir coğrafyaydı. İlyada Destanı Homeros tarafından Güre’de kaleme alınmış. Truva Savaşı’nı bitiren tahta atın ve İstanbul’u fetheden gemilerin üzerinde kaydığı kerestelerin kaynağı yine burası. Ayrıca detaylarını Ocak 2020’de kaleme aldığım ‘Mesih ve Çağların Değişimi’ adlı yazımda okuyabileceğiniz, Roma’nın kurucusu Venüs’ün oğlu Truva prensi Aeneas da hanedan üyeleri ile birlikte, yeni bir imparatorluk kurmak üzere, Adra-mit kıyılarından kendi geleceğine yelken açmıştır. Zeus’un Truva Savaşını Kaz Dağlarından izlediği ifade edilir. Bütün bu detaylar beni yeterince heyecanlandırmış olsa da hiç birisi kalacağımız otelin lokasyonu kadar beni şaşırtmamıştı.
Uçaktan inip servis şoförüne Güre’ye gitmek istediğimizi söylediğimizde oranın tam merkezde olduğunu, otelimizi rahatlıkla bulacağımızı söyledi. Merkeze gelip servisten indiğimizde ise yolun tam ortasında ve bizim otele doğru giden yolun ağzında Kibele’nin Arta-mis (Artemis) heykelini gördüğümde gözlerime inanmadım. O heykelin neden orada olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Bir süre heykeli görmenin şaşkınlığı içinde Artemis’in detaylarını inceledikten sonra otele doğru yürümeye başladık. Yürürken Truva mitosunda Prens Aeneas’ın annesi olan Afrodit Kaplıcası’nın önünden geçerken artık şaşırmıyordum. Dikkatimi çeken başka bir detay vardı. O da, yolun solunda yer alan ve üstü derme çatma bir şekilde kapatılmış olan arkeolojik alandı. Biraz daha yürüdüğümde ise zaman içinde form değiştiren Kibele- Artemis Kültü’nün günümüz versiyonu olan ‘Sarı Kız’ heykeli yanında bölgeye adını veren “kaz” ile bizi bekliyordu. Ne tesadüftür ki kalacağımız otelde hemen arkeolojik alanın yanında ‘Sarı Kız’ heykelinin karşısında tüm sadeliği ve sıcaklığı ile bizi bekliyordu.
166 yılda bir gerçekleşen Jüpiter ve Neptün gezegeninin Balık burcunda kavuşum yaptığı 4-12 Nisan tarihinde Türkiye’de olmak ve suya yakın olmak benim özel seçimimdi fakat kaldığımız yeri ben seçmemiştim. Yaptığım araştırmaya göre kaldığımız yerin adı “Astyra” olarak geçiyordu, Strabon’a göre Astyra Mysialılara aitti. Bölge adını Astyrene Artemis’ine adanmış bölgedeki bir tapınaktan alıyormuş. Buradan anlaşıldığına göre Artemis’e adanmış bu kültün tapınağında gerçekleştirilen ayinleri ‘Antandroslular’ yönetirmiş.
Peki, sizlere üç semavi dinin özel günlerinin aynı döneme denk geldiği tarihte Astyra kelimesinin bu tarihlerde kutlanan Paskalya ile ilişkili olduğunu söylersem bana inanır mısınız? Nasıl diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Gelin size anlatayım: Paskalya olarak bilinen Easter Bayramı’nın kökeni Paganizmde Ostara olarak bilinen bir Germen kökenli bir tanrıçaya dayanmaktadır. Germen Tanrıçası Ostara, baharın başlangıcını müjdelemektedir. Kışın durgunluğundan sonra büyüme ve yeniden doğuş fırsatını temsil eden bir bereket tanrıçasıdır. Ostara kelimesi ışıldamak, parlamak anlamına gelmektedir. O kendi ile aynı adları taşıyan Kibele, Artemis, Afrodit ve Venüs’tür. Ostara ve Astyra aynı anlama gelmektedir. İkisinin de kökeni Mezopotamya’nın Tanrıçası İştar’a dayanmaktadır. İştar kelimesi de Star, Astarte, Astra, Sitare, Settar kelimesinin kökenini oluşturmaktadır.
Tanrıça birçok kutsal kitapta dipsiz bir kuyu olarak tasvir edilmiştir. Gerçektende ne kadar derine dalarsan dal ucunu bucağını göremiyorsun. Ama ne kadar zaman geçse de söylenceler ne kadar şekil değiştirse de tıpkı Ramazan ve Pesah’ın aynı dönemde kutlanıp birliği işaret etmesi gibi bütün hikâyeler yine tek bir yeri işaret ediyor! Siz ne dersiniz?