Son zamanlarda toplumun karşı karşıya kaldığı bazı büyük problemleri zihnimden geçirir ve onların sıkıntısını içimde duyarken bir yandan da ‘meslekî’ sorunlar üstünde düşünüyorum. Siyasal kuram ve siyaset sosyolojisi temel çalışma alanlarım olduğu için toplumla ilgili hangi konuya el atsam işin ucu gelip (veya gidip) devlet konusuna dayanır. (Bendenizin doçentlik alanı da ‘siyasal düşünceler’dir.)
***
Pierre Clastres başlangıçta yanlış ve eksik çevrildi Türkçeye. Sonradan ne kadar tamamlandığını da bilmiyorum. Ama bu genç yaşında ölen Marksist sosyal antropoloji düşünüründen, özellikle Devlete Karşı Toplum isimli kitabından çok şey öğrenmiş ve etkilenmişimdir. Kısaca, öyle olunca da kabaca söylemem gerekirse Clastres sınıflı toplumlar öncesindeki örgütlenme modellerinde de devletin bulunduğunu kanıtlamıştır. Bana kalırsa bu hamlesiyle de siyaset sosyolojisiyle devlet kuramları arasında muazzam bir köprü inşa etmiştir. (Öteden beri sürdürdüğüm temel iddiam da odur: sosyolojiyi ihmal eden bir siyasal kuram, siyaset düşüncesi veya irdelemesi, yorumu olamaz. Oysa Türkiye’de bu zeminin en büyük eksiği budur: siyaseti efsaneler, dedikodu, mahalle kahvesi üslubuyla ve tamamen kişisel niyetlerle açıklamak. Bunun tersini yapan, siyaseti sosyoloji üstünden kuran partinin bileğini kimse bükemez. Sözüm anlayana!..)
Saptamanın ardından kalkıp da bu konuların ilk kez irdelendiği antik Yunan’dan bugüne kadar geçmiş 2500 yıl sonra ‘devlet nedir?’ diye soracak değilim. Sadece 2500 yılın biriktirdiği cevaplar nedeniyle değil bu çekincem. Son zamanlarda devlet teorisinin ürettiği yeni görüşler de beni bu eski soruyu sormaktan ve eski cevapları ele almaktan caydırıyor. Üstelik zamanın devlet konusuna getirdiği yorumlar, yeni bakış açıları son derecede önemli. Bugün yaşanan sorunları o ‘cevaplar’ olmadan anlamak da çözmeye kalkışmak da olanaksız.
***
Bildiğimiz anlamda devletin iki büyük kuramından söz edilebilir. Kendi içinde ayrıntılansa da devlet ya Marx’ın belirttiği gibi sınıf ilişkilerinin çatışma düzlemi ve onun tayin ettiği bir aygıttır ya da devlet, modernleşmenin öncüsü olan bürokratizasyonun bir uzantısıdır. Bu iki büyük kuramı dile getirirken tabiidir ki, devleti ‘kutsallaştıran’ sübjektif duygusallıkları da onu aşkınsallaştıran objektif teorik anlayışları da bir kenara bırakıyorum. Her şeyin öncesinde devleti ‘araçsallaştıran’ yaklaşımları benimsiyorum.
Bunu yazarken, ne söylersem söyleyeyim tarihselliği, gelenekleri (her ne kadar bu iki olgu birbirinin zıttıysa da), sembolleri aracılığıyla insanları, yani toplumu bir araya getiren özellikleriyle devletin geniş kesimler için ‘araç’ olmanın çok ötesinde anlamlar taşıdığını biliyorum. Buradaki sihirli sözcük ‘sembol’lerdir ve bayrakla milli marş onların başında gelir. Kısacası, ‘millilik’ niteliği devlet, yurttaşları indinde, nezdinde bir erişilmezlik, yücelik duygusu kazanır.
Platoncu devletle Weberci rasyonel bürokrasi devleti bu bakımdan önemli bir kat yeri meydana getirir ve modern sosyolojik zihniyetin kurucusu, evet, Weber’dir. Duyanın tüylerini ürpertecek bir şeyi gerektirdiği cesareti takınarak söylersem Marx dahi son kertede Platoncu bir ideanın peşindedir ki, bu spekülasyonu Hegelci tarih düşüncesini ve sonculuk kuramını hatırlayarak yapıyorum. Nitekim, Karl Popper’ın siyasal düşünce dünyasında onca etkili olmuş Açık Toplum ve Düşmanları kitabının ilk bölümü Platon’u ele alırsa ikinci bölümü de Hegel’i ve Marx’ı irdeler. Her şeyi ‘idea’larla, bir başka ‘idea’ olan sonculukla, ‘tarihin tini’yle açıklayan ve Popper’in eleştirdiği bu anlayışların karşısında Weber’in ‘seküler devlet’ düşüncesi yer alır. Prusyalıların inşa ettiği ve maliye-muhasebe sistemlerinin uzantısı olarak görülmesi gereken Kameralizm’den ilham alarak geliştirdiği kuramında Weber için devlet bürokrasi demektir: yurttaşların iyiliği, çıkarı için çalışan, ussallıktan ayrılmayan bir kurum.
***
Türkiye her ne kadar Cumhuriyet tarihini laiklikle iç içe yaşadıysa da bu kavramı dinle-devlet işlerinin ayrıştırılması olarak gördüğü, aslında laikliğin dayandığı laikos’un yani halkın her şeyin üstünde olması gerektiğini yeterince algılamadı. Oysa ‘egemenlik milletindir’ demek tamı tamına budur. Ama bunu söylediğiniz andan sonra devleti de şimdi önüne gelenin söylediği gibi kutsallaştıramazsınız. Onu da yere indirmek, halkın emrine vermek zorundasınızdır. Türkiye’de siyaset çok küçük parantezler dışında böyle bir düşüncenin içinde olmadı. Aksine, Kemal Tahir ve etrafının getirdiği ve aslında laiklik öncesi devlet anlamına gelen kerim devlet kavramını bütün siyasal çevreler başına taç etmiştir. Onların başında da bu kavramı sosyal devlet anlayışına dayanak veya sıçrama tahtası yapacağını varsayan Bülent Ecevit gelmiştir.
Bu türden devlet tanımları, bizdeki ‘modern’ mantığın modernleşmenin bir paradoksunu benimsemesidir ki, o da şudur: Foucault, devletin aslında bir tecebbür odağı olduğunu belirtiyordu. Devlet, ‘normalleştirmenin’ kurumlarını elinde bulunduran güç odağıydı ve iktidarın kendisiydi. Okul, hapishane, hastane, akıl hastaneleri aracılığıyla insanları kabul edilmiş ortak normlar etrafında homojenleştiriyordu yani normalleştiriyordu. Belli davranışları olan ‘uysal’ ve ‘uygun’ özneler inşa ediyordu. Karşı çıkanı da bu kurumlar aracılığıyla bazen açık, çoğu zaman da ‘gizli’ yöntemler kullanarak ‘hiza ve istikamete’ getiriyordu.
***
Bugünkü devlet kuramı bu anlayışın dışında kalan iki ögeyi içeriyor. Birincisi nispeten daha eski bir kavram olan sivil toplum. Yani bireyin kendi içinde örgütlendiği bir toplumsal model. Ama bu sivil toplum Hegel’in sivil toplum anlayışından çok farklı ve sınırlı bir örgütlenme olarak çıkmıyor ortaya: mümkünse devletin hiç olmadığı kendi kendisini yöneten (self-governing) bir toplum anlamına geliyor bugün sivil toplum. Eğer bu olmuyorsa o zaman çoğulcu, farklılıkları eksen alan, gene öz-yönetime dayanan kültüralist devlet öne geliyor. Artık Weberci devlete bile daha fazla tahammülün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Robotiklerin hayatımızı doğrudan yöneteceği bir dönemde başka bir model mümkün mü?
***
Türkiye burada değil. Burada olmak istemiyor. Modern devletin kurucu iradesini taşıyan devletle, modernlik öncesinin mitolojilerine ve zihniyetlerine atıflarda bulunan kutsal devletin arasına sıkışmak bizim gibi kutuplaşmalar üstüne oturan zihniyetlere daha kolay geliyor: biri olmazsa öteki. Devlet bizde çatışmayı söndüren bir nitelik taşımıyor, asla taşımadı. Devlet bizde dikatomilerin ve paradoksların mevcudiyetinden beslendi, çünkü bir doksa olarak görüyor kendisini.
Böyle bir devlet yurttaşıyla çatışır. Hele bugünkü dünyada bu çatışma daha da amansız bir hal alır. Kimse kusura bakmasın bu böyle çünkü, günümüzün bireyi, en basit şekilde söylersek, bağlantısız bireydir. Kendince yaşamak isteyen, böyle bir tercihin mekân koşullarına sahip insandır bugünün bireyi. Her şeyin online yürütüldüğü, ‘işyeri’ veya ‘ofis’ kavramının ortadan kalktığı, ‘gazete’nin eridiği bir dünyada insanları tek odaklı tercihler, kabuller etrafında birleştirmeye çalışmak bizatihi çatışmaya davetiye çıkarmaktır.
Birey olarak insan devletin tarihsel ve sembolik anlamını benimseyebilir ki, bu, bir toplumun ezici büyüklüğü için geçerlidir ama o devlet bireyi tercihleriyle benimsemiyorsa, dışlıyorsa ve cebre maruz bırakıyorsa halimiz harap demektir.