Dünyanın bütün annelerinin günü kutlu olsun

Naci BOSTANCI Yaşam
8 Mayıs 2022 Pazar

Bugün anneler günü. Annemi dokuz sene önce kaybettim. İçimden, şimdi bir mezarda sessizce yatan annemin gününü kutladım. Onun annesi de, yeni kuşakların artık gitgide hatıralarından uzaklaştığı bir geçmişte yitmiş görünüyor. İçimden anneannemin de gününü kutladım. Aslında bir anneler günü olduğunu ne annem ne de anneannem bilmezdi. Yaşarlarken bir vesile, herhangi birinin, “tuhaf bulup hemen unutacakları” şekilde günlerini kutladığına da ihtimal vermiyorum. Bu “hafi kutlama” onlardan çok benim için galiba. Hatıraların duyarlılığına bir mukabele.

Annem son iki yılında yürüyemiyordu. Oturduğu yerden emekleyerek ihtiyaçlarını görüyordu. Ne zaman evine gitsem hemen hareketlenir, yemek yedin mi, çay demleyeyim mi, diye hamle yapardı. Onun artık dinlenmesi gerektiği, her ne lazımsa bizim yapacağımızı söylememiz işe yaramazdı. Var oldukça, nefes aldıkça anne olarak kalbinin sesine her daim uydu, şartlara aldırmadı.

Ölümden hiç korkmadı. Yaşamak ne ise ölüm de oydu onun için. Aman, derdi, ölürsem sakın zahmet çekmeyin, memlekete filan götürmeye kalkmayın, en yakın mezarlığa defnedin, geçin. Öldükten sonra maddi dünyanın değil, dualarla ulaşılan manevi âlemin gerçekliğine inandı. Bir Kuran okur, bir dua ederseniz, yeter, dedi. Ölümüne yakın, sakın beni hastaneye götürmeyin, bırakın evde huzur içinde kalayım, tembihinde bulundu. Dinlemedik, nefes alması zorlaşınca ambülansla acile ulaştırdık. Tekerlekli sandalyede, her tarafından hortumlar sarkarken bana bakıp, ben sana ne demiştim, diyen sitemini unutamıyorum. Tıbbi deontoloji ile hayatın gerçekliği bazen örtüşmüyor. Bir gün sonra da vefat etti. Teşhis, kalp yetmezliği. Her ölümün bir gerekçesi oluyor. Sevdiklerimizin kaybı bizi alt üst ederken, bu tür gerekçeler aklın sükûnet talep eden sesini tahkim etmek için. Amaç, olup biteni rastgele, bir talihsizlik olarak değil hayatın doğal akışında kaçınılmaz bir sonuç olarak görmeye yardımcı olmak. Oysa ölüm hayatın kardeşi. Tek başına bu gerekçe bile insana yetebilir.

İnsanın annesiyle hatıralarının olmasında, hem hüzünlü hem de teselli edici bir yan var. Cibran’ın vurguladığı duyguların birbirini çağırması böyle bir şey. Üzülüyorsak geçmişteki sevinçler, seviniyorsak yine geçmişteki üzüntüler için, demişti. O yüzden hayatı her ne hal ise öylece kabulde, yapabiliyorsan eğer, bilgece bir keyfiyet var. Her bir duygu için ayrıca savruluyorsan bu da insanın, hayatın künhüne varamayan hamlığından olsa gerek.

Bir de annelerini hiç göremeyen, onunla bir geçmişi bulunmayan insanlar var. Annesiz büyümüş birinin mahrum olduğu duyarlılıkları anlatmak (ve anlamak) kolay değil. Çocukken en korktuğumuz anlardaki çığlığımız olan “anne” üzerine ciltler yazılabilir. Anneni hiç tanımamışsan, hayatın dramatik hallerindeki bu teselliden yoksunluk, sadece bu anlar için değil, kişiliğin teşekkülünde, o sessizce, içten içe kılcal damarlara kadar uzanan temel bir damardan yoksunluk değil midir? 12 Eylül döneminde Mamak cezaevindeki ilk gecemde, buz gibi koğuşta, içinden bakıldığında tepede sürekli yanan lambanın seyredildiği sefil bir battaniyenin altında titrerken, aklıma ilk gelen annemdi. Olsaydı, üstümü daha bir örterdi. Herkes bilir, anne yanında değilse eğer, soğuğa direnmek için, çeşitli gerekçelerin en başına, beyaz başörtüsü, kıpırdayan dudaklarıyla dua okuyan annenin hayalini yerleştirirsin. Annen yoksa hiç annen olmamışsa onun yerine neyi koyabilirsin? “Anavatan” derken bile annesiz bir insanda bunun çağrışımı ne kadar farklı olmaz mı? 

Elbette bir de çocuklarının kaybını yaşamış anneler var. Onları anlatmak ne zor! O tarih anneler için, olağan hayatın ötesine geçilen ve artık kaybedilmiş evladın hayalinden başka hiçbir şeye tahammül edilemeyen yeni hayatın miladı olur. Yegâne teselli mekânı mezarlıktır. Sanki yaşıyormuş gibi gidilir, ziyaret edilir, taşına toprağına dokunulur, dualar okunur. Annenin kendine ait duası ise, yeniden oraya gidecek takatten kesilmemekten ibarettir. Evi ev, ocağı ocak, yaşananı hayat yapan, bir an dahi unutulmadan hatırlanan, yetmez, kendisi için soluk alıp verilen evlada yönelik olmasıdır. Ondan kala kala “anılar” kalmıştır, dokunduğu, geçtiği, istediği, söylediği, kulakta çınlayan sesi kalmıştır, kapıyı açışı, gülüşü kalmıştır. Anneler elde avuçta kalanı hayali pamuklara sarar ve bir daha ayırmamak üzere yüreklerine bir hayat soluğu olarak yerleştirirler.

Dünyanın bütün kültürlerinde, dinlerinde, inançlarında, meşreplerinde anneler hayatın merkezidir. Şu yer kürede siyasal, coğrafi, kültürel nice fay hatları var, biliriz. Ancak bunları hiç tanımayan, bütün sınırları aşan, küçük dünyamızı temel bir insanlık durumunda aynı ruh hali içinde toplayan yegâne duyarlılık anneliktir. O yüzden geçmişte, bugünde, insanoğlunun sebep olduğu nice kötülüğün, acının, dramın, savaşın, katliamın, soy kırımının içinde yüreği olan herkesin bağrına kafasını uzatacağı, gönlünü yerleştireceği o evrensel anneliğin karşılığı olan her bir annenin, yürekten, anneler gününü kutluyorum. Annelerin neler yaşadıklarına birazcık dikkat edecek, onları hesaba katacak çocuklarının “kötülükler” konusunda bir kez daha düşüneceklerini ümit etmek istiyorum.  Anneler ve annelik var oldukça insanoğlunun daha iyi olabileceği beklentisi, sanırım her kitapta, inançta, kutsalda, büyük anlatıda kendine bir karşılık bulmaya devam edecektir.  

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün