Kuzguncuk´ta hayali bir apartman Fresko Apartmanı. Apartman hayali ama karakterler bir o kadar sahici. Birçok farklı öykü, farklı hayat birbirlerine teyellenerek tutturulmuş adeta. Fresko Apartmanı yaralıların bir araya geldiği, Kirkor´un kanatlarının altında huzur bulduğu bir yer. Rum, Müslüman, Yahudi, Karadenizli, Suriyeli, İtalyan, gazeteci, ressam, dansçı, terzi, genç, yaşlı herkes bir arada terasta kurulan ziyafet sofrasında. Büyük bir sırrı barındıran, bir çırpıda okuduğum Fresko Apartmanı´nın yazarı Başak Baysallı ile kitabı ve yeni projelerini konuştuk.
Öykünüz Türkiye’yi özellikler de gayrimüslim vatandaşlarını derinden etkileyen bir konu üzerine yoğunlaşıyor; 6-7 Eylül 1955 Olayları. Kitabınızda bu korkunç olayların ismini hiç kullanmadan anlatmayı başarmışsınız. “O iki gün” diyorsunuz mesela. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Geçmişte yaşanan olaylar, araştırmacılar tarafından çoğunlukla sonradan isimlendiriliyor ve o isimlerle bugüne ulaşıyor. Olayları birebir yaşayanlar için o sırada böyle bir isimlendirme söz konusu değil. Evet, kitabın karakterlerinden biri olan Kirkor 6-7 Eylül Olayları’ndan “o iki gün” diye söz ediyor. Karakterleri konuştururken olabildiğince kişiliklerine göre konuşturmaya çalışıyorum. Kirkor, o masada bir tarihçi edasıyla konuşsa olmazdı, çünkü onun için 6-7 Eylül hayatının tamamen değişmesine sebep olmuş iki gündü. Öte yandan dolaylı anlatımın edebi metinleri güçlendirdiğini, okura da farklı bir alan açtığını düşünüyorum. Geçmişe hakim okurun kelimelerin ardındaki gerçeği hemen anlaması, bilmeyen okurun ise araştırmaya yönelmesi metinle okur arasındaki bağı güçlendiriyor.
6-7 Eylül, Türkiye’nin farklı kimlikleri, Kuzguncuk, hayali bir apartmanda içi içe geçmiş öyküler... Kitabınızın nasıl şekillendiğini anlatır mısınız?
On yılı aşkın süredir yakın tarihte yaşananları araştırıyorum. İnceleme kitaplarının yanı sıra tanıklıklar, anılar, günlükler başvurduğum kaynaklar arasında. Sözlü tarih çalışmalarını da takip ediyorum. Fresko Apartmanı da bu süreçte şekillendi. “Boğazı gören bir apartmanın hikâyesini anlatmalıyım ve bu apartman 6-7 Eylül’ün izlerini taşımalı” dedim ve yola buradan çıktım. Tabii apartmanda birilerinin yaşaması gerekiyordu. Karakterler de dert edindiğim meseleleri emanet edebileceğim kişiler olmalıydı. Düşündükçe, hayal ettikçe ve okumaya devam ettikçe onlar da apartmanın dairelerine birer birer yerleşmeye başladı.
Fresko Apartmanının kendisi de aslında ana karakterlerden biri; o kadar güçlü ve incelikle işlenmiş ki. Bir de İstanbul var tabi. İstanbul’da olduğumuz ve güzelliği birçok fırsatta anlatılıyor. Karakterler sizin hayatınızdan esintiler taşıyor değil mi?
Muhakkak taşıyordur. Yazarken bunu bilinçli olarak yapmasam da düşüncelerim, duygularım, geçmişe ve hayata bakışım karakterlerin davranışlarına ve sözlerine yansıyor olmalı. Her ne kadar onlara dışarıdan ve uzaktan bakmaya çalışsam da… Fresko Apartmanına gelince… Mimari ilgi duyduğum alanlardan biri. Bir hanın, pasajın, tarihi bir apartmanın önünde saatlerce durup ayrıntıları seyredebilirim. Kapının üzerindeki ismin, duvara kazınmış motifin izini sürdüğümüzde keşfettiklerimiz geçmişi bugüne taşıyor. Hikâye, tam da bu ayrıntılarda gizli. Mekânın hafızayla da bağı güçlü. Bir mekânı, şehri korumakla mümkün hafızayı korumak ve daima hatırlamak… İstanbul, güzelliğiyle büyüleyici olsa da yitirdiğimiz mekânları ve bozulan dokusu nedeniyle aynı zamanda hüzün veren bir şehir.
Netflix’teki ‘Kulüp’ dizisi birçok kişiye Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olaylarını anlatan, öğreten, resmi tarihin dışında düşünmesini sağlayan bir diziydi. Sizce sinema ve edebiyat gibi popüler kültür öğeleri tarihi öğrenmek için bir araç olabilir mi?
Kulüp’ü izlediğimde çok heyecanlandım, kendi kendime dedim ki birileri dizide söz edilen gerçeklerin peşine muhakkak düşecek, araştıracak ve neler öğrenecek neler… Bize unutturulmaya çalışılan olayları sinema, edebiyat, tiyatro ve diğer sanat dalları aracılığıyla hatırlamak ve hatırlatmak mümkün. Bu çabalar çok kıymetli. Tabuları yıkmanın, konuşulamayanı yüksek sesle dile getirmenin bir yolu da sanat.
Sadece öğrenmek yeterli mi, bu tarihle yüzleşmek mümkün mü?
Tabii ki sadece öğrenmek yeterli değil. Önce olan biteni inkâr etmek ya da ‘ama’larla açıklamaya çalışmak yerine kabul etmek gerek. Kolay değil ama mümkün. Sonra düşünmek, nedenler üzerine kafa yormak, etrafımızdakilerle bunları tartışmaktan çekinmemek, doğru bildiğimizi söylemekten korkmamak gerek. Yüzleşmenin birden olması mümkün değil. Yolun başında derin bir çaresizlikle sızlayacak yüreğimiz, öyle bir kahır yerleşecek ki içimize ne yapacağımızı bilemeyeceğiz. Ağır ağır, sabırla hazırlık yapacağız yüzleşme anına ve o gün, yüzleşebildiğimiz gün iyiye, güzele doğru bir adım atmış olacağız. Bunun hayalini kurmak bile bana dayanma gücü veriyor.
Fresko Apartmanı bir öykü kitabı. Her öykü birbiriyle bağlantılı ancak aynı zamanda tek başına da okunabilir. Bu bakımdan tanımlamaya uyuyor ancak bir roman tadında yazılmış. Her öyküde diğer öykülerin karakterlerine de değiniyorsunuz, biz de onları daha iyi tanıyoruz. Neden öykü türünü seçtiniz? Karakterlerin zenginliği ile roman da olabilirdi…
Fresko Apartmanının hikâyesi zihnimde belirdiğinde kocaman bir duvar resmi seyrediyor gibiydim. Çok karakterli, çok katmanlı bir hikâyeydi bu ve benim gibi yolun başındaki biri için epey ürkütücüydü de. Öykülerim çeşitli dergilerde yayımlanmıştı ancak bir kitabım yoktu ve açıkçası kapsamlı bir hikâyeyi iyi işleyememekten korktum. Roman türünde deneyime sahip olmadığım için bildiğim bir türden yola çıkmak istedim. Hikâyenin bir kısmını farklı karakterlerin öyküleriyle dile getirebilirim, diye düşündüm.
Öyküler karakterlerin hayatından bir kesit sunuyor; ne öncesi, ne sonrası var. Hayat gibi, bir yerlerde karşılaşmışız gibi. Öykülerin devamı gelecek mi? “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesiyle bitti kitap. Bu cümle karakterlerin hikayeleri devam edecek diye düşündürdü…
Öykünün anları anlatmada elverişli bir tür olduğunu düşünüyorum. Söylediğiniz gibi kitaptaki karakterler okuru karşılıyor ve kendi hikâyelerini anlatıp sahneden çekiliyorlar. Fresko Apartmanını yazmaya başladığımda tüm karakterlerin geçmişini ve gelecekte neler yaşayacaklarını da taslaklar halinde yazmıştım. Onları bazı anlarda görünür kılarken geri plandaki hikâyelerini de biliyordum. Evet onları da yazacağım. Şu sıralar Fresko Apartmanında sıkça adı geçen ama hiç görünmeyen Eleni’nin merkezde olduğu bir roman yazmaktayım. Kirkor, Matilda, Avram da aileleriyle birlikte bu romanda yer alıyor. 1940-1955 arasındaki İstanbul’u siyasi ve sosyal koşullarla anlatmaya çalışıyorum. Bunları tamamlayacak bir kitap daha var sırada… Defne şimdi ne yapacak? Devraldığı hikâyeyle eski yaşamını sürdürebilecek mi? Napoli’ye döndüğünde Avram ve Nedim’in bıraktığı izleri takip edecek mi? Onun hikâyesini de yazmayı çok istiyorum.
Çok güzel bir haber bu! Edebiyat öğretmeni olmanız öykülere de yansımış ve deyim yerindeyse daha lezzetli kılmış. Forforlu Cevriye’yi, terasta aşıkların atışmasını yazarken sizin de çok keyif aldığınızı hissettim…
Öyle gerçekten, ne mutlu bana ki aldığım keyfi size de geçirebilmişim. Metinler arasında ilişki kurmayı seviyorum. Bu ilişkinin kurulduğu kitapları okumaktan da çok keyif alıyorum. Bir kitabın satır aralarında tanıdık başka bir karaktere, hikâyeye rastlamak yolda eski bir dostla karşılaşmak gibi. Fosforlu Cevriye defalarca okuduğum bir roman. Nadia’yı nasıl yazabilirim diye düşünürken Fosforlu Cevriye’nin sözleri kulaklarımda yankılandı hep, onları birleştirmeliyim diye düşündüm nihayetinde. Şiirler de öyle… O masa, o yaz gecesi şiirsiz olmazdı. Aşk, şiirsiz anlatılamazdı.
Fresko Apartmanı yaralıların bir araya geldiği, Kirkor’un kanatlarının altında huzur bulduğu bir yer. Oysa en yaralı olan, büyük bir sır saklayan Kirkor. Rum, Müslüman, Yahudi, Karadenizli, Suriyeli, İtalyan, gazeteci, ressam, terzi, genç, yaşlı herkes bir şekilde ilk öyküde olduğu gibi birbirine teyel ile iliştirilmiş durumda. Herkes birbirinden hoşlanmasa da bir arada yaşıyor. Bu durum Türkiye’nin bir aynası, ancak aynı zamanda kendinden farklı olana karşı olumsuz duyguların arttığı bir dönemde bir ütopyayı resmediyor. Ne dersiniz?
Size katılıyorum. Gerçek hayatta da hep yan yana değil miyiz? Caddelerde, sokaklarda, apartmanlarda, iş yerlerinde, okullarda… Farklılıklarımıza rağmen yan yana yaşayıp gidiyoruz, ancak bir arada değiliz, birlikte hareket edemiyoruz ve en küçük savrulmada karşı karşıya geliyoruz. Bir arada huzurla yaşayabilmek hepimiz için ütopya. Mümkün olamayacağını bildiğimiz, ama hayalini kurmaktan da vazgeçemediğimiz bir ütopya. Bizler de kitaptaki gibi bir masanın etrafında buluşabilsek keşke…
Kirkor “Yeni bir dünya kurdu burada” diyor Ali Turhan. Oysa bu yeni dünya kapalı bir dünya, kurtarılmış bir bölge bir bakıma. Kirkor ihtiyacı olanlara kanat geriyor ancak savaşmıyor, kabul ediyor. Mesela lokanta sahibinin fikrini değiştirmek için çaba harcamıyor; lokantaya gitmeye devam ediyor ve iyi bahşiş veriyor: Bu da sahibinin önyargılarını değiştirmek yerine güçlendiriyor. Bu vazgeçiş hali birçok karakter için de geçerli. Yaşananların ağırlığından mı, Türkiye’de yaşamanın bir sonucu mu bu durum?
İkisi de… Hem yaşananların ağırlığından hem de geçmişiyle yüzleşememiş bir ülkede yaşamanın sonucunda Kirkor da diğer karakterler de dışarıya kapalı bir dünya kuruyor, çünkü dışarısı kötülükle dolu, tehlikeli ve artık hiçbirinin savaşacak gücü yok. Belki o gücü geçmişte tükettiler… Özellikle Kirkor… Onun kabullenişinde umudun yitirilişi de söz konusu. İlerlemiş yaşını göz önünde bulundurursak geçmişte nelere tanıklık ettiğini de anlayabiliriz. Onca acı, kayıp, onca hayal kırıklığı… Onlar artık yalnızca birbirlerine tutunarak, birbirlerinden güç alarak nefes alıp vermeye devam eden karakterler… Çoğumuz gibi…