Zenginlik, içinde birçok vaadi barındıran ferah bir kelime. İnsan zenginse güçlüdür. Ayrıcalıklı imkanlara yakındır. İstekleri ve bunları gerçekleştirebilme aralığı kısadır. Diğerlerine göre hayalleri gerçeğe daha yakındır. Karnı tok, sırtı pektir. Çocuklarına baktığı zaman onların gelecekleri için büyük endişeler duymaz. İyi bir yaşam sürecekleri neredeyse garantidir. Yaşlılığı dert etmez. Kendini pamuklara sardırarak baktırabilecek güçtedir. Kendini özgür hisseder. Ama aslında durum böyle değildir. Zenginlik bir yanılsamadır. Zamanını para karşılığında satan bir insanın özgürlüğü tatil günleriyle sınırlıdır. Saydığım bütün bu çıkarımlar bir yanılsamadan doğar. Zenginliğin maddiyat üzerinden tanımlanması bizi sadece rakamsal bir gerçekliğe götürür. Bu gerçekliğin hayata yansıması için farklı dinamiklere ihtiyaç var. Bana göre bu dinamiklerin bir ayağı mülkiyet kavramında, diğeri de devlet üzerinde kurulmuş durumda. Ancak bu kurulum insanı zengin bir hayata götürmek yerine, içini boşaltıp tüketmeye, ezmeye, yok etmeye ayarlı. İmkansızlık dediğim şey buralardan doğuyor.
Gelir dengesinin alt üst edildiği, adaletin yerini bulacağına şüpheyle yaklaşıldığı, çocukların sokakta rahatça oynayamadığı, gençlerin hayal kuramadığı, sanatın yok sayıldığı, müziğin yasaklandığı, kadınların sokak ortasında öldürüldüğü, her şeyin ateş pahası olduğu, değil doğa içinde şehrin sokaklarında bile ‘başıma bir şey gelir mi?’ tedirginliğiyle gezilen bir ülkede ne kadar paranız olursa olsun zengin bir yaşam sürmek imkânsız. Huzur satın alınabilen bir şey değil. Deliksiz uykular kaç para? Tasasız bir kahkahanın faturası kime kesiliyor? Rahat bir vicdan servet niteliğindeyken hangimizin vicdanı çok rahat? Bu yaşamın neresi zengin?
Ursula K. Le Guin, ‘Mülksüzler’ romanında “Kıyıya vurmadıkları sürece balıklar suyun farkında değillerdir” diyor. Kıyıya vurduk. Çırpınıyoruz. Ancak suyun olmadığının hala farkında değiliz. Solungaçlarımızı yırtılırcasına açıp, ciğerimize çarpan az miktarda havayla nefes alıp veren balıklar gibi kalakaldık bu sahilde. Hayatta kalmayı yaşamak sanıyoruz. Her acıyı görüp, içinden geçerek bunlara alıştığımızı düşünüyoruz. Bizi ıskalayıp başkasının başına gelen her felakete bir yandan üzülürken, içten içe ‘iyi ki benim başıma gelmedi’nin utandıran huzurunu yaşıyoruz. Koca bir toplum kıyıya vurmuş haldeyiz. Bu hayatın neresi zengin? Peki ne yapmalıyız?
Bana kalırsa daha fazla vakit kaybetmeden dayanışmanın yollarının açılması lazım. Günümüzde insan, kemiklerini bile ardında bıraktığı bir dünyada yaşadığını unutmuş durumda. Her şeyin sahibi olmak istiyor. Yaldızlı bir hayat zengin sanılıyor. Oysa zengin bir yaşamın yolu basitlik ve sadelikten geçer. Gösteriş ve şaşaa ruhsuzdur. Koftur. Satın alınmış özgüvendir.
Zenginlikse şehrin sokaklarındaki cıvıltıdır. Tiyatro salonlarının doluluğudur. Parkların çokluğudur zenginlik. Mutlu insanlardan oluşan bir toplumda kendini o toplumdaki herkesle eşit görebilmektir. Zenginlik değil eve, arabaya sahip olmak, sevdiğin insana bile sahip olmadığının ayrımına varan bir bilinçle yaşamaktır. Zira hayat geçicilik esasına dayanır. İnsan, en kıymetli varlığının yaşamında bir süreliğine vardır. Zenginlik bu ‘bir sürenin’ nasıl geçtiğiyle alakalıdır. Nerelere sahip olunduğundan çok, nelerin paylaşıldığı ile ilgilidir. İyiliğin çokluğu, kötülüğün azlığıdır. Mülkiyetse, her şeyin geçici olduğu bir düzen içinde oraya buraya çapa atarak çoğalan kalıcı olma isteğidir. Kemiklerine bile bir süreliğine sahip olan bir varlık için çok anlamsız bir iddia bu. İçinden geçtiğimiz şu günlerde zengin nefeslerin yolunun buradan geçmediğini hep birlikte fakirleşip ağır bedeller vererek öğreniyoruz. Bunu bize yalnızca yaşam öğretmiyor. Devlet de hayli başarılı.
Günümüzde devlet yapısı zengin bir yaşamı imkânsız hale getiren bir diğer önemli unsur. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devleti ‘toplumdan kaynaklanan ama kendini onun üstüne koyan, topluma gitgide daha çok yabancılaşan güç’ olarak tanımlıyor. Sınıfsal çelişkileri dizginleme ihtiyaç ve iddiasıyla ortaya çıkan ancak sınıfların çatışmasının tam ortasında konumlanan, ekonomik ve politik açıdan egemen sınıf olan devletin ezilen sınıfı bastırmak, susturmak, sindirmek için birçok aracı var. Yetmezmiş gibi bunlara sürekli yenilerini ekliyor. Oysa Le Guin’in dediği gibi “Birine zarar vermekle güç değil, yalnızca zayıflık kazanılabilir”. Devlet ezdikçe zayıflar, zayıfladıkça daha çok ezmeye çalışır. Baskıyı arttırır, yasaklar koyar. Bir noktadan sonra toplumla arasındaki ideal akit bozulur. ‘Adalet mülkün temelidir’ ancak mülkün sahibi totaliter bir devletse, kendini adaletin üstünde konumlar. Mülksüzler’de Le Guin “Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun” diyerek bu durumu çok güzel anlatır. Bu yaşamın neresi zengin?
Geçenlerde memleket meselelerini konuştuğum genç bir avukat, bir yerde sözümü kesip “Bahar Hanım, Türkiye’nin önümüzdeki birkaç yıl içinde yaşadığı en iyi gün bugün” dedi. Bu keskin öngörü karşısında bir an afallasam da haklı olduğunu kabul ettim. Dolayısıyla en zengin günümüz de yine bugün. Veren elin alan elden üstün değil, eşit olduğuna inanmalı, zaman kaybetmeden her alanda dayanışmayı hayata geçirmeliyiz. İçinde bulunduğumuz dünyada zengin bir hayatın tek koşulu bu. Zira öyle bir noktaya geldik ki, ‘ya hep beraber ya hiçbirimiz!’