New York'ta demokrasiyi düşünmek

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
18 Mayıs 2022 Çarşamba

Geçen haftayı Amerika’da, daha doğrusu New York’ta geçirdim. Öylesi bir kentin adının ‘Yeni York’ olmasına oraya gidip geldiğim şu son kırk yıl içinde her defasında şaşırdım. Gangs of New York filmini izleyenler sorumun önemini kavrayabilir ama şimdi mesele o değil. Çok soğuk, yağmurlu New York’tan ne kadar lezzet aldığımı bir yana bırakıyorum. Asıl mesele post-pandemi döneminde karşılaştıklarım.

New York ezik ve sönüktü. Günlük hayatı içinden bakarak yeterince izleyemesem de görebildiğim kadarıyla salgının verdiği hasar henüz orta yerde duruyor. Gerçi insanlar sıkılmanın tepkisiyle her şey bitmiş gibi, sevdiğim tabirle ‘vur patlasın çal oynasın’ havasındalar ama salgın mevcudiyetini koruyor. Anlaşılan şu veya bu şekilde koruyacak da. Görüştüğüm New York Üniversitesi Rektörü bana 30 yıllık yöneticilik hayatının en zor meselesinin pandemi olduğunu belirtti. Geriye söylenecek söz kalmıyor.

İnsanlar hala bir belirsizlik bulutunda yüzüyor. Enflasyon orada da almış başını gidiyor. Çin’den gelen malların eksikliği nedeniyle büyük mağazalar Anadolu’nun herhangi bir kentindeki göreceğiniz mağazalardan farksız halde. Trump’ın ayak sesleri duyuluyor. Başkan Biden iş yapamaz durumda. Mayıs ayının görülmedik soğuğu da eklenince NY’ta sorulan tek bir soru var: Bu işler neden böyle oldu?

Neden böyle oldu diye sorgulanan durum kapitalist pazar ekonomisini kabul etmiş, benimsemiş ve uygulayan ülkelerin bugüne kadar sürdürdüğü liberal ve demokratik yapının gösterdiği sarsıntılar. Çok yazıldı, söylendi ama özetlemek gerekirse o sarsıntıyı iki unsur doğuruyor: Birincisi, demokratik yönetişimin hızla daha otoriter modellere doğru kayması; ikincisi, genel kabul görmüş ve aşağı yukarı eksiksiz, kusursuz uygulanan belli başlı normların artık kitleler nezdinde kabul görmemesi, karşılık bulmaması.

Bu iki soru birlikte ele alınınca ortaya çok daha vahim bir özet-soru geliyor: Demokrasi ölüyor mu? Hemen belirteyim ki, demokrasinin öleceğine dair hiçbir öngörüm yok. Tersine ekonomik genişleme dönemlerinde daha otoriter ve merkeziyetçi yöntemlere başvursa da toplumların kısa süre sonra özellikle bölüşüm sorunlarını çözmek için yeniden demokratik yapılara rücu ettiğini biliyorum. Kuşkusuz arada kalan dönem can sıkıcı, üzücü ve demokrasinin gelişimi bakımından zaman kaybettirici. Gene de demokrasi insanın doğasına en uygun rejimdir ve toplumlar mutlak surette demokrasiyle bütünleşecektir. Elbette tanımı ve bileşenleri değişebilir, elbette demokrasi adına demokratik olmayan bazı uygulamalara gidilmiş olabilir. Gene de demokrasinin özünü meydana getiren unsurlar, insanların birer sosyal varlık olarak mevcudiyetini devam ettirdiği ayakta kalacaktır.

Bu konu o kadar böyle ki, 1990’lardan beri izlediğim üç büyük siyaset bilimci bir araya gelip bir kitap yazdı: Degenerations of Democracy/ Demokrasi Yozlaşmaları. Yazarları Craig Calhoun, Dilip P. Gaonkar ve Charles Taylor. Google Sultan yerinde duruyor. Dileyen üçlünün daha önce yaptığı çalışmaları, yazdığı kitapları bir çırpıda bulabilir. Şimdi 80’lerini süren Taylor’un dönüp gelip ahir ömründe ‘demokrasi yozlaşmaları’ üstünde düşünmesi üzücü. Ama kitabı Harvard Üniversitesi Yayınlarının çıkarması da ciddi bir gösterge.

Henüz yayınlanan kitabın gönderilmiş erken baskısını okurken birdenbire satır aralarına gizlenen, bazen biraz daha açık şekilde dile getirilen bir nokta dikkatimi çekti ve öteden beri üstünde düşündüğüm bir sorunun yanıtını kendime göre verdim. Daha doğrusu zaten verdiğim yanıtı katılaştırdım. Şuradan başlayayım: Yazarlar, popülizmi demokrasi yozlaşmasını hazırlayan bir kök neden olarak görmüyor. Daha ziyade ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin demokratik zemini yıprattığı ve genel ilkelerine zarar verdiği kanısında. Katılım, paylaşmacılık sorunlarından söz ediyorlar. Yurttaşların süreçlerde yeterince yer almamasını eleştiriyor, yurttaş dışlayan demokrasi modellerini işaret edip, kurumlardaki gelişmelerin liyakat adına kitleleri yok saydığını belirtiyorlar. Ekonomik eşitsizliğin ciddi bir demokrasi sorunu olarak belirdiğini vurguluyorlar. Yönetici elitin iç kısıtlamaları da ayrı bir problem.

Bu çerçeve bana iki şeyi düşündürüyor: Birincisi, 21. yüzyıl yeni bir bireyciliğe tanıklık ediyor. Kimse kusura bakmasın, ben de öğrencilerine düşkün hem de çok düşkün bir hoca olarak onları çok seviyorum ama Z Kuşağının şu ya da bu nedenle çok ileri bir noktaya erişmiş bireyciliği (‘bireyliği’ değil) önümüzde duran hayli irkiltici bir unsur. Sadece o kuşağın, toplumun seçkinleri, iyi eğitimlileri, çok yeteneklileri olarak gösterdiği tutum bile demokrasinin git gide toplumdan kopukluğuna bir sebep olarak sayılabilir. Gerçekten de 20. yüzyılın sonundan başlayarak sürekli büyüyen finans kapitalin getirdiği ve muktedirlerle mağdurlar arasındaki uçurum artık çok az insanın üstünde düşündüğü bir yetersizlik.

Demokrasi ve toplumsallık arasında kurduğum kopmaz ilişkinin erimesini demokrasi yozlaşmalarının ikinci nedeni sayıyorum. Açayım. Demokrasiye liberalizmden geldik. Antik Yunan’ın demokratik kapasitesini bir yana bırakalım. Temel demokrasi tezlerini Fransız Devrimi de üretmedi. Modern dünyanın 1945 sonrasında uygulamaya koyduğu demokratik ilkeler özünde liberal demokrasidir. Bütün o piyasa ekonomisi, girişim özgürlüğü ve liberalizmin ana dayanağı olan mülkiyet hakkı demokrasiye açılırsa da yetersizdir.

Gerçek demokrasi sosyal demokrasidir. Buradaki ‘sosyal demokrasi’ mutlaka ideolojik planda teşekkül etmiş ve ne olduğunu ya da olmadığını bir ömür boyu anlatmaya çalıştığım politik sosyal demokrasi olması gerekmez. Bana göre öyle olmasına öyledir ama bir an için onu paranteze alalım ve şunu söyleyeyim: Eğer toplumsallık kavramını öncül olarak benimsemezsek demokrasiyi asla tesis edemeyiz. Demokrasi, bireyi ve bireyliği su götürmez şekilde korur ama bireylik ve birey demokrasiyi kurmaya yetmez. Kırk yıldır bunu yazıp bunu söylüyorum.

Çok ideolojik ama bir o kadar da hayati bir konudan söz ediyorum. Bugünkü dünyada önümüze çıkan demokrasi sorunlarının altında kapitalist üretim ilişkilerinin çok karmaşık bir mekanizma içinde demokrasinin toplumsal ve sosyo-ekonomik boyutunu ihmal etmesi geliyor. Gerçekten de düşünürlerin belirttiği gibi eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramlarının bugünkü dünyadaki karşılıklarını ihmal ettikçe, dayanışma ağlarını, paylaşma yöntemlerini, bölüşme mekanizmalarını bozdukça demokrasinin ancak yozlaşmasına tanıklık edebiliriz.

Göç ve göçmenler, şimdi proleterya kavramının yerine önerilen prekarya konularını daha fazla düşünmemiz gerek. Öte yanda çevre ve iklim gerçeği var. Onların yıpranması insanların tüm sosyal yapılarını etkiliyor. Göçmen dediğimiz insan eğer içine girdiği toplum tarafından kapsanmazsa elbette yıkıcı olacak, elbette popülizme yönelecek ve genel anlamda demokratik normları dışlayacaktır. Bugün kimlik politikalarının tayin ettiği siyasal ortamı yeniden başka bir mecraya taşımak ancak ve ancak bu ‘kapsama’ kavramıyla mümkündür.

Daha önce The Secular Age, ondan önce de Sources of the Self kitaplarından çok yararlandığım Charles Taylor, bahsettiğim kitapta demokrasi bir son değil süreçtir diyor. Çok eski bir görüş bu, binlerce kez tekrarlandı, yeni değil ama bunların hiçbirisi görüşün doğruluğunu sarsmaz. Ben de daima Derrida’dan hareket ederek demokrasinin ikinci en iyi olduğunu vurguladım. En iyi demokrasi gelecek demokrasidir. Bu doğrular ışığında bile daha yürüyecek yolumuz varken bugünkü durumun daha da ağır olduğunu bilelim. Fakat bir çıkış yolu var; toplumsal odaklı bir demokrasiye dönmek, insanın toplumsal bir varlık olduğunu anımsamak, bölüşüm kökenli insani politikalara ağırlık vermek...

NY nasıl diyenlere, ‘bana bunları düşündürdü, nasıl olduğuna siz karar verin diyorum’...

 

Etiketler:

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün