“Korta çıktığınızda ´Burada olmak çok güzel bir duygu, topa vuracağım, her puanı kazanmak için elimden geleni yapacağım ve güzel bir vuruş yaptığımda mutlu olacağım´ diyebilmelisiniz. Böyle düşünmüyor ve hissedemiyorsanız oynamak çok zordur!” BJORN BORG – 1983
Spor medyasına bir haber düştü. İngiliz tenisçi Laura Robson 28 yaşında emekli olduğunu açıkladı. 14 yaşında Wimbledon Jr. kazandığında Britanya kadın tenisinin en büyük yıldızı olacağına inanılıyordu. Haksız da değillerdi. 15 yaşında US Open eleme son turunda elendiğinde artık bir yıldız doğuyor dendi. Bu işareti takip eden birkaç yılda US Open ve Wimbledon çeyrek final oyuncusuydu. 2012 Londra Olimpiyatlarında Andy Murray ile karışık çiftlerde gümüş madalya alıyor ve ertesi yıl 27 numaraya kadar çıkıyordu. Bu sıralarda 18-19 yaşlarında olduğuna dikkat ediniz. Sonrasında bir dizi sakatlıklar, ameliyatlar ve iki yıl uzak kalıp geri dönüp iki yıl sonra yeni sakatlıklarla boğuşmak ve son olarak da kalça eklemindeki sakatlıkla ameliyatlar Laura Robson gibi büyük emekler verilen yıldız oyuncunun erken emekliliğine kadar uzanan yolculuk.
Laura Robson, Wimbledon Jr kazandığında hikayesini okumuştum. Avustralyalı anne babadan Melbourne’de doğup yedi yaşında İngiltere’ye yerleşen ailenin inanılmaz yetenekli kızı. Anne eski bir profesyonel basketbolcu ve koç. Laura’daki yeteceği farkeden ünlü menajerlik şirketi Octagon anlaşma imzaladığında 10, Adidas ve Wilson ile anlaştığında 11 yaşında. Bu anlaşmaları bizim ülkemizdeki üç raket,beş tel,ikiçanta gibi palavra sponsorluklar ile karıştırmayalım. Hepsi uluslararası geçerliliği olan, karşılığında büyük rakamların ödendiği sponsorluk anlaşmaları ve çocuk 10-11 yaşında. Elbette Octagon girince sponsorluklar gelir ama Octagon da Laura’da bir şey görüyor olmalı değil mi? 10 yaşındaki çocuk sıkı bir ekiple dolaşıyor. Antrenörü, partneri, fizyosu, beslenme uzmanı, kondisyoneri derken büyük yatırım yapılıyor ve İngiltere Tenis Federasyonu neyse masrafı veriyor.
Kısa kesilen başarı hikayeleri
Gel gelelim Laura Robson’un hikayesi kısa kesiliyor.
Sakatlanmasaydı dünya 1 numarası olur muydu kimse bilemez ama önünün çok açık, desteğin çok fazla olduğu bir gerçekti.
Dünya 1 numara olsaydı yine bırakır mıydı? Sakatlık bu tabii bırakırdı.
Bakın dünya 1 numaraAshleigh Barty bu yılın mart ayında 26 yaşında aniden bıraktı. Gerçi Barty 2014 yılında da ara verip iki yıl kriket oynamış ve sonra geri dönüşü muhteşem olmuştu. Tenisi çok özlemiş olmalıydı ki 2016 yılında döndükten sonra 2019 Roland Garros, 2021 Wimbledon ve 2022 Avustralya Açık şampiyonlukları ile dünya kadın tenisinin zirvesine oturmuştu. İşte bu Barty 26 yaşında zirvede tenisi bırakırken diyordu ki “Artık fiziksel ve duygusal olarak turda devam edebilecek durumda değilim, kendime meydan okuyup daha ileri gideceğim bir motivasyonum da kalmadı. Tükendim!”
Barty karakter olarak çok duygusal, anne babasına düşkün, evine bağlı ve hayatındaki rutini değiştirince mutsuz olan bir sporcu. Belki önemsiz bir detay gibi gelebilir ama evinde dört köpeği olduğunu ve turnuva turnuva dolaşırken, otel odalarında havalimanlarında hayatını sürdürürken sadece onları düşündüğünü, özlediğini, gittiği yerlerden görüntülü bağlantılarla ailesi ve köpeklerine olan özlemini dindirmeye çalıştığını anlatıyor.
Bu emeğin karşılığını para ödülü ve sponsorluklar olarak alıyor tabii ama demek ki para her şey değil. “Huzurum kalmadı bu fani dünyada” şarkısının İngilizce versiyonunu sıkça söylemeye başladığında “ben ne yapıyorum yahu” diyerek çekip gitti tenis dünyasından.
Elbette Robson ve Barty örnekleri tek değil.
Belçikalı efsane tenisçi Justine Henin de 26 yaşında tenisi aniden bıraktığında dünya 1 numara koltuğunda oturuyor ve evinde dört Roland Garros, iki US Open ve birAvusturalya Open kupasına bakıyordu. 2010 yılında iki yıllık aranın ardından döndüğünde Barty gibi kortlarda esip gürleyemedi. Bunda mutlaka rakiplerinin arasında formunu devam ettiren kadın tenisçilerin fazlalığı da önemlidir ama ezeli rakibi Serena Williams’ın geçit vermemesi de etkendir. Barty ara verdiğinde kriket oynamasına rağmen Henin büyük ihtimal düzenli antreman bile yapmamış olabilir. Zaten ertesi yıl bilek sakatlığı ile ufak tefek çatlaklar olunca bir daha dönmemek üzere kortlara veda ediyordu eski şampiyon.
Yazının başındaki Borg sözüne dönersek…
Sadece kadın tenisçiler zirvede bırakmıyor.
Erkek tenisinde bugün Federer, Nadal, Djokovic konuşuluyor ama tenis tarihinin en büyük yıldızlarından biri de kuşkusuz İsveçli Bjorn Borg’dur. 17 yaşında başladığı profesyonel hayatında 1983 yılında 26 yaşında bıraktığında altı Roland Garros ve beş Wimbledon ünvanı vardı. Tenisi bırakma nedenini yukarıdaki sözlerle anlatsa da ardındaki gerçeğin McEnroe ile olan kıyasıya rekabeti olduğu anlatılır. 1981 Wimbledon finali ve 1981 US Open finalinde ard arda ezeli rakibine kaybeden “ateş ve buz” ikilisinden Borg buz keser, çantasını toplar, seremoniyi bile beklemeden kortu terkedip uçağa binip gider. Borg’un emeklilik kararı bu turnuva finalinden sonra olmalıdır. Maç kaybedince üç gün eve kapanıp kimseyle görüşmeyen ve kaybetmeye tahammülü olmayan İsveçli, bu maçı takip eden günlerde diyor ki “Mağlubiyeti umursamadığımı farkettim ve buna çok şaşırdım.”
Borg da geri dönecektir ama artık eskisi gibi değildir ve temelli gider.
Bugün ve geçmişin yıldızlarına bakıldığında ortak özellikleri 5-6 yaşlarında tenise başlamaları, 13-14 gibi junior yıllarında erken başarılara imza atmaları, 17-18 yaşlarındaki ağır profesyonel turda evinden uzakta otel-uçak-havalimanı-kort dörtgeni içinde geçen hayattır. Erken yaşlarda olabilecek sakatlıklar, beklenen başarıların gelmemesi, maddi yetersizlikler, sponsor sorunları, hayal kırıklıkları ve elbette psikolojik olarak yıpranma, Barty’nin dediği gibi tükenme!
Bugün zirveyi dolduran, yaşı tenis için ileri kabul edilen yıldızlardan bahsediyoruz ama onlar çok özel sporcular. Aralarda yarışı terkeden ismi duyulanlar kadar yüzlercesi de sessiz sedasız listelerden çıkıyor, kendisi ve ailesi dışında kimse bilmiyor ne yazık ki.
Bireysel spor yapanların kaderi galiba bu.
Kortta tek başına!