Sezon sonuna doğru heyecan verici bir sürpriz: 'Aruz Vezni'

“Yapamayız. Çünkü yapamaz insan. Bilerek yaşayamaz. Unutarak da yaşayamaz.”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
24 Mayıs 2022 Salı

İnsan, yaşamını sağlıklı şekilde devam ettirebilmek için travmalarının, kötü anılarının, hatalarının üstünü örtmeyi, bu anları unutmayı seçer. Ancak, aynı döngüden ve tekrarlanan hatalardan kurtulmak için insanın ‘hatırlaması’ da gerekir; aksi takdirde kendisini aynı hataların içinde bulabilecektir.

Bireysel ve toplumsal olarak sıkıştığımız kısır döngünün temsilcileri Aruz ile Vezni seyirciye tüm belleksizlikleri ile seslenmek için sahnedeler. Onlarınki öyle bir sıkışmadır ki bir depo kapısı (?) önünde yaşadıkları döngünün deformasyonu her ikisinin ruhlarına ve hatta elbiselerine işleyerek onları ele geçirir. İçine düştükleri yabancılaşma, sadece Aruz ve Vezni’nin değil, tek istekleri isimlerinin ne olduğunu, hatta kim olduklarını bile düşünmeden oradan çıkıp gitmek olan iki oyuncunun, iki insanın da yabancılaşmasıdır. Oynamaları gereken oyun, geçmeleri gereken kapı, kendi belleklerinin, geçmişlerinin, yaşanmışlıklarının, yaşanmamışlıklarının, unuttuklarının, hatırladıklarının kapısı, Oradan çıkmanın tek yolu tüm bunlarla yüzleşmektir ve yüzleşmeleri gereken düşman, unutmayı seçtikleridir.   

Aksi takdirde yarın ne dünden ne de bugünden farklı olmayacaktır.

Oyunu tam olarak kavrayabilmek için önce adının anlamının anımsattığını algılamak gerekiyor:

Arap edebiyatını resmi ölçüsü, Osmanlı Divan şiirinin esası Aruz vezni, nazımda uzun veya kısa, kapalı ya da açık hecelerin belli bir düzene göre sıralanarak ahengin sağlandığı ölçüdür. Aruz hecelerin sayısını değil, şeklini esas alır. Aruzla yazılmış şiirlerde, her mısranın heceleri, diğer mısraların aynı hizadaki heceleriyle aynı açıklık (kısalık) ve kapalılık (uzunluk) noktasında birbirlerine denktir.

‘Aruz Vezni’nin iki oyuncusu, aynen Divan şiirinin uzun-kısa, kapalı-açık heceleri gibi birbirinin hem tamamlayıcısı, hem antitezi hem alter egosu’durlar. Bu birbirine denk iki karakterin her biri diğerinin olmazsa olmazıdır. Biri varsa diğeri de vardır, biri olmazsa diğeri de yoktur.

Çiçeği burnunda genç yazar Berk Kaya, bu hem soyut hem somut çıkış noktasının ardından, her sözcüğü tiyatroya sevgi ve saygısını belirten çok sağlam ve usta işi bir metinle karşımıza çıkıyor.

Aruz ve Vezni ikilisini geleneksel tiyatromuza, Kavuklu ile Pişekâr’a, Karagöz ile Hacivat’a bağlayan parlak bir girişin ardından Kaya, tüm tiyatro biçemlerine girip çıkarak, onları oyunculuğun özüne, ruhuna doğru bir yolculuğa çıkıyor. Bu karmaşık, zaman zaman kendi içine dönen yolculuk Nazım’dan Beckett’e çok sayıda tiyatrocuya selam çakarak absürtle başarıyla flört ediyor.

İnsan böylesine ilginç ötesi, ancak yorumlanması ve sahnelenmesi zor bir metinin, yıllarını tiyatroya vermiş deneyimli bir yönetmenin sahnelemesi gerektiğini düşünüyor ama, Aruz Vezni oyunculuk kariyerinin başlarındaki 1989 doğumlu Musa Can Pekcan’a emanet edilmiş. Çok da iyi olmuş, bu ilk solo yönetmenlik denemesinde metni iyice özümseyen Pekcan, beklenmedik ustalıkla yönetmiş; zorlu bir işin üstesinden gelerek müthiş akıcı, sağlam tempolu hem düşündüren hem güldüren çok etkileyici bir iş çıkarmış.

Aynı kostümleri giydirdiği iki oyuncusunun hem gerçekçi hem gerçeküstücü hem yalın hem dozunda abartılı yorumlarıyla özellikle oyunun absürt tadını başarıyla pekiştiriyor. Tabii ki bu başarıya kimyaları müthiş uyuşan Eray Karadeniz ile Haluk Deniz Aydın’ın çok keyifli ikili performansının büyük katkısı var. Burak Yavuz’un minimalist dekoru ve Ataberk Öğe’nin ışık tasarımları da çok başarılı. 

Sonuç olarak, Türkiye’de ne yazıktır ki çok az karşılaştığımız üst düzey bir Absürt Tiyatro örneği. Metni gibi, anlatılması neredeyse imkânsız ama, seyretmesi son derece keyifli ve heyecan verici bir iş. Yılın en iyi oyunlarından. Sakın kaçırmayın. Hatta keyfine varmak, bu tatsız zamanlarda kafa değiştirmek için arada bir yeniden izleyin derim. İlk oyununda bile çok etkileyici bir metinle karşımıza çıkan bir yazarla, geleceği parlak bir genç yönetmeni keşfetmek de cabası.

3 Haziran Kadıköy Emek Tiyatrosu, sezon sonuna kadar ve gelecek sezonda İstanbul sahnelerinde. 

 

 Moda Sahnesinin ilk yerli oyunu: ‘Eşkal’                     

      “Kimin ağzısın sen, devrimin, eylemin, tarihin?” 

Bengi Günay’ın ustalıklı minimal dokunuşuyla bir kırmızı halı, iki avize ve klasik bir koltukla zengin evinin salonuna dönüşen Moda Sahnesinin stüdyosunda, salonda çepeçevre oturan 50 izleyicinin ortasında, biri koltuğunda, diğeri karşısında taburede oturmuş iki kişi. Egemen konumda olduğunu iddia eden orta yaşlı adamın (SedatKüçükay) karşısında, bu konumu parçalamak, dönüştürmek isteyen gençten bir adam (Cenk Dost Verdi)… Varlıklı adam evine girdiğinde karşısına çıkan ‘komünist’ ve ‘terörist’ adamlar eşiyle oğlunu alıp götürmüşler. Fidye sabaha kadar ödenirse serbest bırakılacaklar. Komünist teröristlerden biri, alışverişin gerçekleşmesini kontrol amacıyla ev sahibiyle kalmış. Şafak söktüğünde kendi yazgılarına adımlayacak olan bu iki kişi, bir gecelik karşılaşmaları boyunca, biraz da ev sahibinin zoruyla konuşmaya başlarlar.  Gerilimi yüksek söz ve edimler, kazananın da kaybedenin de kesinleşmediği kadim bir mücadele, çözümünü bulamamış bin yıllık bir çatışma; sözün, aksiyonun ve düşüncenin kılıçlarını çektiği bir düello… Ve bu düelloda uzlaşma noktaları olmayan, iyilik ve kötülük, doğruluk ve yanlışlık, haklılık ve meşruiyet arasındaki sınırların eridiği iki ayrı dünya, iki ayrı dil ve söylem alanı... Bu dünyalar arasındaki çatlaklarda efendi ve köle diyalektiğinin başlıca araçlarından ‘dil’ dışında bir zemin yoktur. Fakat bu kaygan ve tuzaklarla dolu zeminde karşılıklı anlaşma imkânsızdır. Bedenlerin, jestlerin, susma ve konuşma hamlelerinin oluşturduğu diller arasında uçurumlar vardır. Dil artık iletişimin, aktarımın değil, tarihsel bir savaşın sahadır… Savuşturmaların, provokasyonların, geri çekilmelerin, hücum ve saldırıların, manevraların, hilelerin kullanıldığı bu sahada hayatta kalmak için estetik bir duyuş da gereklidir.
1982 doğumlu Derviş Aydın Akkoç, Bilgi Üniversitesinde tarih lisansı ve Hukuk Fakültesi İnsan Hakları kürsüsünde yüksek lisans yapmış. ‘Eşkal’ denemeleri ve araştırmalarıyla bilinen yazarının ilk tiyatro oyunu.

Çok zekice yazılmış bu zamansız metin, birbirine zıt toplumsal kesimlerden iki insanı karşı karşıya getiren her bir kişinin kendini haklı bularak tartıştığı benzer oyunlardan büyük bir farkı vardır. Olayın yakın bir geçmişe aktarılarak ‘komünist teröristlere’ yüklenmesi boşuna değildir. Varlıklı ve eğitimli ev sahibini karşısında duran, duruşundan giysisine, delik çorabına bu ‘fukara’ adam, kesinlikle varoş değildir; en azından ev sahibi kadar bilgili, kafası çalışan biridir. Bu da ikilinin söz düellosunu tadına doyulmaz bir entelektüel düzeyde gelişen, felsefi, edebi ve teatral boyutta bir karşılaşmaya çevirir. Bu açıdan, kostüm ve aksesuar tasarımını sahne tasarımının bir öğesi olarak gerçekleştiren Bengi Günay’ın kafatası şeklindeki viski şişesi, unutulması zor ‘Yorick’ çeşitlemelerinin çıkış noktasını oluşturur.

‘Köleler Adası’nın en iyi oyuncusu olarak anımsadığımız Sedat Küçükay ile kuşağının en iyilerinden Cenk Dost Verdi ikilisini ustalıkla yöneten Kemal Aydoğan, oyunun ortasına beklenmedik bir ‘es’ oturtarak, gerçek yaşamda toplumsal ve ekonomik haksızlığa uğramış bir kişiyi afraya sokarak derdini dinletir. Oyuncu olmayan, her gösterimde değişebilen bu karakterin varlığı, Eşkal’in zaten gerçekçi yapısına müthiş bir inandırıcılık katar.

Moda Sahnesinin ilk yerli yapımı Eşkal, sağlam bir metinden yola çıkarak, başarıyla tasarlanmış, ustalıkla sahnelenmiş, çok iyi oynanmış bir oyun 5 Haziran Moda Sahnesi, sezon sonuna kadar ve önümüzdeki tiyatro mevsiminde Moda Sahnesi Stüdyo’da. Mutlaka izlenmeli.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün