1940´ların başında hem Amerikan sineması hem de Alfred Hitchcock için yeni bir dönem başladı. İngiltere´de filmleriyle ortalama bir başarı yakalamış olan Hitchcock, bu yıllarda Hollywood´a taşındı. Gelecek vadeden yönetmen, o yıllarda önemli bir değişim yaşayan Hollywood´da, En İyi Film Oscar´ı alan Rebecca (1940) ile büyük bir başarı yakalayarak yavaş yavaş dönemin en önemli isimlerinden biri haline geldi ve ´Gerilimin Ustası´ lakabını aldı. Artık, stüdyolar onun yönettiği filmlerin başına ismini eklemekteydi. Peki bu ünü ve ´Gerilimin Ustası´ lakabını nasıl hak etmişti? Zamanın gerilim klişelerine kendi stilini ekleyerek seyircisini büyülemeyi nasıl sağlamıştı?
Hitchcock’un, bir gerilim filmi yaratırken senaristleriyle birlikte kullandığı formülü en iyi şekilde, en klasik ve ‘saf gerilim’ filmlerinde görebiliriz. Bu filmlerden, 1943’te gösterime giren Shadow of a Doubt, tekdüze bir kasabada sıkıntı içerisinde yaşayan genç bir kızın, cinayet şüphesiyle aranan dayısı tarafından ziyaretiyle başlayan olay örgüsünden bahsediyor. 1945 yılında beyazperdeye uyarlanan Strangers on a Train ise, tenisçi Guy’ın trende bir yabancıyla tanışması ve birbirlerine varsayımsal olarak ‘yok etmek’ istedikleri düşmanlarından bahsetmeleri ile başlıyor. Guy, tanıştığı, psikopatik eğilimli yabancının, birbirlerinin cinayetlerini işlemelerini teklif etmesi ile kendisini içinde bulduğu zor durumu anlatıyor. Son olarak IMDb’deki gelmiş geçmiş en iyi filmler listesinde 49. sıradaki, 1954 yapımı Rear Window bize, bacağı kırıldığı için evinden çıkamayan ve zaman geçirmek için komşularının dairelerini izleyen bir fotoğrafçının, bir komşusunun eşini öldürdüğünden şüphelenmesiyle yaşadığı olayları anlatıyor.
Aslında, bu üç film de farklı hikayeleri, aynı rotayı izleyerek anlatır. Hikayenin başında, iyi ve kötü ana karakterler, belli bir olay sayesinde tanışır. Shadow of a Doubt ve Strangers on a Train’de bu tanışma çift taraflı olur iken, Rear Window’da, Jimmy Stewart tarafından canlandırılan protagonist Jeff, ‘kötü adam’ Thorwald ile filmin sonuna kadar yüz yüze gelmez. Bu durum, Hitchcock’un sık kullandığı, seyircide merak uyandırmaya yarayan bir tekniktir. Seyirci, iki ana karakterle tanışır, ikisinin birbirleriyle karşılaşacağını bilir fakat bu karşılaşmanın zamanını kestiremez. Bu tanışmayı beklerken, ne kadar zaman geçerse seyirci o kadar huzursuz hisseder. Bu tekniği daha iyi bir bomba analojisi ile açıklayabiliriz. Diyelim ki, bir masanın altında bir bomba olduğunu, bir süre sonra patlayacağını biliyoruz ve beklerken terlemeye başlıyoruz. Tanışma gerçekleştikten sonra ise, hikayenin asıl tetikleyici elemanı ortaya çıkıyor. Filmlerden üçünde de bu eleman bir cinayet. Shadow of a Doubt’ta seyircinin failin kim olduğu hakkında açık bir fikri varken, protagonist ve diğer karakterler bilmiyor; bu sefer de onların gerçeği keşfetmelerini bekliyoruz. Strangers on a Train’de hem seyirci, hem de protagonist suçlunun farkında, fakat bu sefer de etrafındakiler ve polis katilin farkında değil. Böylece adaletin suçluyu bulacağı zamanı beklemeye başlıyoruz. Rear Window’da ise, bir tek ana karakterin şüphelerine maruz kalırken, şüphelerin doğru olup olmadığını, etrafındakilerin bu şüphelere verecekleri tepkiyi merak ediyoruz ve her zaman olduğu gibi bekliyoruz.
Seyirciyi bekletmek ve merakta bırakmak, gerilim filmlerinin en önemli ortak noktası olmasına rağmen, bu merakın seyircide nasıl uyandırıldığı da önem kazanır. Bu üç filmde, bekleme safhasına girerken bir alt konuyla karşılaşırız. Genelde böyle gergin anlarda, aşk gibi yan hikayeler, bizi bir anlığına gerilimden uzaklaştırır. Hikayeye geri dönüş böylece daha vurucu olurken karakterlerin portresi daha net bir biçimde çizilir. Shadow of a Doubt’da, ana karakter Charlie, dayısı hakkındaki şüpheleri soruşturan dedektifle bir ilişki yaşarken, sadece ‘katilin yeğeni’ olmaktan çıkar, başlı başına bir karakter haline gelir. Benzer şekilde Rear Window’da romantik alt-hikaye, karakterlerin içinde bulundukları stresli durumdan ayrılmamızı, onların günlük yaşam şekilleri ve tutkuları hakkında daha çok bilgi edinebilmemizi sağlar. Strangers on a Train’deki alt hikaye ise ana hikayeyle direk alakalıdır. Ana karakter ve onunla evlenebilmek için eşinden kurtulmak zorunda olduğu sevgilisi arasında geçen kısa ama etkili romantik sahneler, bu sefer bizi şüpheden çıkartarak ana karakterin içinde bulunduğu zor durumu daha kolay anlamamızı sağlar.
Gerilim filmlerinin, merak uyandırmanın yanı sıra, seyirciyi hikayenin içinde tutmak gibi bir amacı da vardır. Bu sürpriz hissi ile, alışılmış yöntemleri farklı bir şekilde kullanmak isteyen Hitchcock, Rus senarist Anton Checkhov’un oyun defterinden bir parça ödünç alır. Chekhov’a göre, eğer filmin başında bir masada bir silah duruyorsa, o silah filmin sonunda ateşlenmelidir. ‘Chekhov’un silahı’ adı verilen bu teknik, esasında, filmin ilk perdesinde gördüğümüz bir detayın yeniden kullanılmasını sağlayarak, hem derinlik katar, hem de filmi gereksiz detaylardan kurtarır. Eğer bir detaya, Chekhov’un silahı gibi geri dönülmeyecekse, onun üstünde çok zaman kaybedilmemelidir, çünkü nasıl ki hikayenin bir detay bir film için ne kadar önemli olabilir ise, o kadar da önemsiz olabilir. Chekhov’un silahını bu üç filmde de çok iyi bir şekilde görebiliriz. Shadow of a Doubt’ta dayısı ziyarete geldiğinde Charlie’ye bir yüzük hediye eder. Filmin sonlarına doğru Charlie, yüzüğün içine oyulan bir isim olduğunu fark edip, yüzüğün dayısının kurbanlarından birine ait olduğunu anlar. Çok benzer bir şekilde, Strangers on a Train’de de, iki adam trende tanıştıktan sonra, masum tenis oyuncusu Guy’ın, üzerine ismi kazınmış çakmağını unuttuğunu fark ederiz. Filmin sonlarına doğru, cinayeti işleyen Bruno, Guy’ın çakmağını suç mahalline bırakıp suçu ona yüklemeye çalışır. Fakat polis tarafından vurulunca Guy’ın çakmağı hala elinde olan Bruno, yapmaya çalıştığının tam tersine sebep olur ve kendi suçunu ispatlar. Aynı eksende, ama biraz daha farklı bir şekilde, Rear Window’daki ‘Chekhov’un silahı’, bir köpektir. Filmin başında, mahalledeki bir karakterin karikatüristik bir şekilde köpeğini balkonundan bir sepetin içinde alçaltarak tuvalete çıkardığını görürüz. Filmin sonlarına doğru bu köpek öldürülür. Aynı mahallede iki farklı cinayet olunca, ikisinin bağlantılı olduğunu düşünen protagonist Jeff, köpeğin her çıktığında aynı bölgeyi kazdığını hatırlar, katilin oraya bir şey gömmüş olabileceğini ve suçunun ortaya çıkmaması için köpeği ortadan kaldırdığını düşünür. Köpeğin kazdığı yerde hiçbir şey bulamamalarına rağmen, köpek yine de hikayenin sonlarına doğru geri gelmiştir ve ilk perdedeki varlığı anlam kazanmıştır.
Tabii ki her filmin bir ‘dénouement’a, yani bir çözüme ihtiyacı vardır. Genellikle suç ve gerilim içeren filmlerde bu çözüm, fiziksel bir yüzleşmeyle oluşur. Seyir bu fiziksel yüzleşmeyi ve öncesinde veya sonrasında gelen açıklamayı filmin başından beri bekler. Bazı filmler bu noktada cevabını vermeyeceği başka bir soru sorarken, Hitchcock ve polisiye/gerilim türünün büyük bir kısmı, bu noktada her boşluğu doldurarak bizi rahatlatıcı bir sona ulaştırır. Shadow of a Doubt’ta, dayısı, Charlie tarafından deşifre olunca, onu öldürmek için trenden atmaya çalışırken kendisi raylara düşüp ölür. Bu son tamamen tatmin edici değildir; çünkü suçlunun cezalanmış olmasına rağmen, suçlarından Charlie dışında kimse haberdar değildir ve Charlie, annesini üzmemek için, hayatı boyunca bu sırrı taşımakla yükümlüdür. Strangers on a Train’de ise, ona kurulacak kumpası anlayan Guy, fiziksel yüzleşme için Bruno’yu bulup engellemeye gider ve bir kaza sonucu Bruno ölür. Bu sefer, polis orada olduğu için, işlediği suç açığa çıkar ve herkes için iyi bir son gerçekleşir. Rear Window’da ise bu tartışma, ilk başta katil ve Jeff’in kız arkadaşı, Monako eski Prensesi Grace Kelly tarafından canlandırılan Lisa arasında olur. Ardından, Lisa’nın sahneden çıkışından sonra yüzleşme katil ve Jeff arasında olur. Jeff pencereden aşağı düşerek iki bacağını birden kırar fakat yine de katil yakalanmış, hikaye çözülmüştür. Kötü adam tutuklansa da, ana karakterin hikayenin başında bir kırık bacağı kırıkken, sonunda iki bacağı birden kırılır.
Bu filmler, belli bir yapıyı takip etseler bile, hepsi bir açıdan kendine özgüdür. Bu yapı, kurallardan oluşmaz, fakat iyi senaristler ve tutkulu yönetmenler, en iyisini yapmaya çalışırken ortaya çıkan eğilimlerden ibarettir. Bu eğilimler, bu filmleri ilginç ve sürükleyici hale getirmekle kalmaz, onları, sinemanın geniş ve büyüleyici kataloğuna, birer sanat eseri olarak dahil eder.