Türkiye'nin eksik aydınları

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
15 Haziran 2022 Çarşamba

Bakmayın siz İngilizceyi kağıt üstünde öğrenenlerin ‘public intellectual’ “Kamusal aydın değildir, toplumun tanıdığı aydındır” demesine, ilk kez Türkiye’de fakirin kullandığı ve çok namlı bir yazarın duyunca ‘aman Allah’ım’ diye hayret ettiği İngilizce o kavramın karşılığı tıpa tıp ‘kamusal aydın’ demektir: Düşüncesini, görüşünü toplumun, kamunun önünde açıklayan, onu yönlendiren aydına ‘kamusal aydın’ denir. Eh, o zaman o aydın kamunun tanıdığı bir aydın da olacaktır, değil mi?...

Bu girizgahı yazmamın nedeni son zamanlarda yeniden bu konular üstünde düşünmem. Uzun zamanlar ‘aydın kuramı’ üstünde çalıştım çünkü, dünyada da aydınlar başlı başına bir olgudur ama Türkiye’de özellikle öyledir. Osmanlı’da aydın var mıydı bilmiyorum ve bunu nesnel bir şekilde söylüyorum. Bilmeyişimin nedeni bu kavramın Dreyfus Davası sonrasında ortaya çıkması, tanımlanması ve şekillenmesidir. O açıdan bakınca 1894’te yaşanmış bu olayın öncesinde kime aydın diyeceğiz? ‘Niye o dava aydını hazırladı?’ diye soranlara da cevabım çok açıktır ki, aydın kimliğinin, kişiliğini oluşturan da o anahtardır: gerçeğin peşinde ve iktidara muhalif olana aydın denir. Zola bu bakımdan ilk ‘sistematik’ (yoksa ‘sistemik’ mi?) aydındır. Fakat kuşku götürmeyen gerçek şudur ki, Tanzimat’la birlikte, evet, Osmanlı aydınlarını bulmuştur.

Daha önce de bu sayfalarda yazdım; aydın nedir tanımının sınırını iki büyük düşünür çizdi. Birincisi Sartre’dır ve Foucault’nun ‘bitişini’ ilan ettiği ‘evrensel aydın’ı hayatımıza o taşımıştır. Her şeyde yanılan ama Fransızların her şeyde haklı (!) çıkan sınıf arkadaşı Raymond Aron’a karşı “Aron’la haklı çıkmaktansa Sartre’la yanılmayı tercih ederim” dediği bu büyük düşünür ve edebiyatçı Dostyoveskici ‘sorumluluk’ duygusunu anlayışının temeline yerleştirmiştir.

İkinci büyük tanım ondan çok daha önce gelmiştir. Büyük İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci ‘organik aydın’ diye bir görüş türetir. Ona göre ezilen, baskı altındaki sınıfların içinden çıkan ve egemen iktidara ve yapıya karşı bir söylem geliştiren aydındır bu kişi. O sınıftan çıkması şart değil, iktidara karşı ezilen sınıfların yanındaysa aydın, ‘organik aydın’ sayılabilir.

Aydın kuramının en fazla sorduğu ve muhafazakâr düşünür Roger Scruton’unun “Cevabını bulamadım” dediği sorunun yanıtı da burada yatar: aydınlar eğer ‘solla’ özdeşleştiriliyorsa nedeni budur. Eğer iktidarın karşısındaysanız tanım gereği soldasınızdır. Demek ki, organik aydın da mantıksal olarak soldadır. Aranan cevap bulunmuştur. Aydın olmak muhalif olmakla özdeştir.

Şimdi gelelim niye bu işlerle uğraştığıma.

Bugünkü Türkiye’de aydın kimdir, soldaki aydın kimdir soruları yakıcı. Bir kere günümüz şartlarında sol nedir? Aynı mantıkla yanıtlayayım: Soyut manada da somut manada da iktidara direnmek kültürel ve siyasal bakımdan solda olmaktır. Bu tanımın fazla gevşek ve kategorik olduğunu biliyorum. Bir kerteriz noktası olarak belirtiyorum sadece ve verdiğim açıdan bakınca belli bir aydın tipi elbette var Türkiye’de.

O aydınlar şimdi toplumu ne kadar yönlendiriyor sorusunun cevabı ise menfi. Bugün mesela bir Doğan Avcıoğlu veya zamanındaki Çetin Altan söz konusu mu? Kemal Tahir’i var mı bugün toplumun yahut Attila İlhan’ı? Hayır, yok ve bu Türkiye’nin bir kaybıdır. Niye böyle bir durumda olduğumuzu gösteren bir de açıklama getireyim: Türkiye’yle ilgili doğrudan kaleme alınmış düşünce kitabı ne yazılıyor ne yayınlanıyor. Düşünce kitabı diye doktora tezleri basılıyor. Vah ki vah! Türkiye’nin herhangi bir kültürel, sosyal, tarihi sorunu üstünde kişinin sübjektif düşüncesini yansıtan raflara çıkmış tek bir, evet tek bir kitap gösterin bakalım. Yok! O zaman aydını nereye konumlayacağız?

Niye böyle olduğunu açıklayayım.

Türkiye’de devlet aydınlarını hiçbir dönemde rahat bırakmadı. Belki aydının tanımlarından biri de budur ve denebilir ki, dünyanın her yerinde aydın devletin izlediği, fişlediği, tutukladığı, şiddete maruz bıraktığı kişidir. Gene de Türkiye’de durum daha ileridedir ve biz devlet-öncelikli ya da devlet-ağırlıklı bir toplum olduğumuzdan, düşünce açıklama özgürlüğü, sivil toplum gibi kavramlar asla bir düzeyin ötesine geçmediğinden aydının uğradığı baskı ve zor daima daha fazla olmuştur. Aydının ilk kez teşekkül ettiği Genç Osmanlılardan bu yana devlet sistemli şekilde aydınlarını yok etmiştir. Hele soldaki aydınlar için durum büsbütün vahimdir.

Hangi on yılı alırsanız alın aydınlara uygulanan sistemli yok etme çabasını görebilirsiniz. Sol/komünizm, şeriat ve Kürtçülük Cumhuriyet döneminde üç büyük düşman sayılmış, aydınlar bu üç nedenle ortadan kaldırılmıştır. Açıkçası devlet aydınını sevmez. Toplumun da onu dışlaması için elinden geleni yapar. Çağın getirdiği, yukarıda değindiğim nedenler de üstüne binince aydın Türkiye’de kendi yağıyla kavrulan bir isim oldu. Buna bir de aydının aydına düşmanlığını eklemek gerek. Çok önemli bazı isimlerin ‘liboş’ diye yaftalanıp dışlanması herhalde bu durumu yaratanlara onur vermemiştir. Aydınların bile düşünce özgürlüğüne kapalı olduğu bir ortamda devletin tutumuna ne demeli?

Şunu da belirteyim, aydınların her şeye muhalif olmaları zamanla sıkıcı ve şikâyet ettiren bir hal alabilir ki, öyledir. Ama bunu da Hegel’in ‘olumsuzun emeği’ (die Arbeiten das Negativen/labour of the negative) kavramıyla açıklayayım. Aydınların işi tam da budur, aydınlar tıpkı Hegel’in özne tanımıyla bütünleştirdiği şekilde sürekli olarak üretir ve ortadan kaldırır, daima üretir sonra da ürettiğini yadsır. Bu yanıyla aydın kendisine de ‘negatif’tir, kendi yaptığını da bir süre sonra yıkma eğilimi içine girer. Yeni olan daime öncekini ikame eder, aydın gerçekliğini bu değillemede (negation) bulur.

Peki, diğer tarafın, sağın ve muhafazakârlığın aydınları nerede derseniz daha da üzücü bir kavşağa geliriz ve ‘yok’ demek zorunda kalırım. Elbette Gramscici anlamında, bir sınıfın aydınları bakımından iktidarın da aydınları olamaz mı sorusu meşrudur ama maalesef yanıtım olumsuzdur. Olamaz çünkü, organik aydın, belirttiğim gibi, ezilen sınıfın yanında olmalıdır. İktidara mensup, onu benimseyen ve savunan bir aydın tipolojisi, iktidarla özdeşleşmesi bağlamında organik aydın dünyanın hiçbir yerinde bulunamaz. Aydın muhalif olmalıdır. (Bu saptamayı 1991’de birlikte katıldığımız bir toplantıda yaptığımda sonradan devlette yüksek düzeyde görev alacak ve anılarını yazacak bir toplumbilimci bana itiraz etmişti ve maalesef bazı isimleri ‘aydın saymayacak mıyız’ diye sıralamıştı.)

Devam edeyim: Edward Said ‘düzen aydını’ (‘foundational intellectual’) tanımı geliştirdi. İktidarla özdeşleşen aydın ne söylerse söylesin Gramscici anlamda muhalif değildir. Zaten muhafazakâr aydın da tamı tamına budur, değillemez, reddetmez, yoksamaz, hayatı tarihselci bir süreklilik içinde benimser ve onu içselleştirir. Yukarıda bahsettiğim Roger Scruton da aynı noktayı vurguluyor ve bu nedenle, değillemeden kaçındığı için 1968 olayları sırasında muhafazakârlığı benimsediğini açıklar. Bu bakımdan tutuculuğun aydını olmaz. Önemli şeyler söyleyebilirler, çok dikkate değer görüşler dile getirebilirler ama aydınlık işlevini icra edemezler.

Bu bir. İkincisi, Türkiye’de muhafazakâr çevreler yeterince ‘kültürlü’ insan da üretemedi. Kuşkusuz değerli düşünürleri var. Ama onlar daha ziyade ‘scholar’ dediğimiz kişilerdir. Toplumsal planda daha bütüncül bir bakış açısına sahip değillerdir, önerileri sınırlıdır. Hatta şunu da söyleyeyim, belli alanlarda muhafazakâr çevrelerin bilginleri sol çevre bilginlerinden çok daha fazla şey bilirler. Ama yöntem sahibi değillerdir. Bilgilerini ‘hafız-ı kütüb’ olarak kendilerinde biriktirir, bir senteze ulaştırmazlar.

Türkiye aydın bakımından tam bir çıkmazda yaşıyor. Ne artık kültürlü insanı var ne de toplumun bütününe bakarak programatik ama eleştirel, yeni ama metodik görüş geliştirenleri görüyoruz. Tersine gündelik olayları basit ve sıradan gazetecilik malumatı ve bakış açısıyla aktaran insanlarla karşı karşıyayız. Öte yandan, 20 yılın muhafazakârlığı kendi aydınlarını, varsın muhalif olmasın, üretemedi.

Allah dağına göre kar verir ama bu kar bize yetmez...

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün