'Durma Kendini Hatırlat… Durma Göğe Bakalım'

Bahar AKPINAR Perspektif
22 Haziran 2022 Çarşamba

Hafıza derin bir kavram. Kişisel, toplumsal, kültürel alanları var. Yaşanılan anıların zaman ve mekân ile birlikte kodlanarak kaydedildiği bu geniş ağ, pandemide yara alan yerlerimizden oldu. Covid geçiren pek çok hasta, sonrasında yaşadıkları zihin bulanıklığından şikâyet ettiler. Ancak hafızayı tehdit eden tek şey bu değil. Başka bir sürü olay var. Şüphesiz bunların en bilineni Alzeimer. Geçenlerde, uzunca zamandır Alzeimer hastası annesiyle yaşayan dostumla konuşurken, konu Alzeimer hastalarının kaybolmalarına geldi. O ana kadar bu insanların bir şekilde dışarıya çıktıktan sonra geri dönüş yolunu hatırlayamadıklarını ve öyle kaybolduklarını düşünürdüm. ‘Hayır öyle değil’ dedi. ‘Yaşadığı yerin evi olduğunu hatırlayamıyor. Bilmediği, yabancı olduğu bir yerdeymiş gibi hissediyor. Yıllarca yaşadığı evinden çıkıp, ait olduğu evi arıyor. Ama tabi yok öyle bir yer…

Hiç böyle düşünmemiştim. Dahası bunu nasıl düşünemediğime de ayrıca hayret ettim. O günden beri hafızanın insanın evi olduğuna inanıyor, onu korumaya çalışıyorum. Henüz böylesi korkunç bir hafıza kaybı yaşamamış olsam da, bunu yaşayan bir insanın deneyiminden pay çıkarmaya çabalıyorum.

Ünlü İngiliz nörolog Oliver Sacks da buna dikkat çekerek, ‘Hayatımızı oluşturan şeyin hafıza olduğunu fark etmek için ufaktan da olsa hafızanızı kaybetmeye başlamanız gerekiyor. Hafızamız bütünlüğümüz, mantığımız, duygumuz hatta eylemimizdir. Onsuz bir hiçiz’ diyor.[1] Böylece hafıza ile kimlik arasındaki varoluşsal bağı da olanca gerçekliği ile ortaya koyuyor. 

Konu üzerinde biraz okuyup, bunları yaşadığımız zaman üzerinden değerlendirince, her birimizin evinin ciddi bir saldırı altında olduğunu fark ettim. Gerek dünyanın içinden geçtiği tuhaf dönem, gerekse ülkece yaşadığımız çalkantılı günler bizi her gün bir yerimizden vuruyor. Vicdanımız, yüreğimiz bombardıman altında... Ancak asıl hedef hafızamız. Nasıl insanlardık, nasıl bir hayatımız vardı, nerelere tepki veriyor, neye nasıl karşı çıkıyorduk unuttuk. Geçmişin, işe yaramaz bir nostalji duygusuyla birlikte anımsanması eylemsizliğimizi arttırdığı gibi, bizi büyük bir kabullenişe itti. Bu kabullenişin kırıldığı yerler elbet var. Kimileri, ‘benzin şu kadar oldu, hala kimseden ses çıkmıyor’ diyerek isyan ediyor. Ne var ki bu isyan bile o koca uyuşukluk halinin, büyük eylemsizliğin bir parçası.

Bu yeni bir durum değil. Epey zamandır toplumda beklenen tepkiler, beklenen zamanda gelmiyor. Amerikalı oyun yazarı Arthur Miller, ‘eskiden insanlar hayatlarından memnun değillerse devrim yaparlardı. Şimdi alış verişe çıkıyorlar. Tamamen bir hafıza kaybı dönemi yaşıyoruz’ diyerek yıllar öncesinde bunu tanımlamıştı. Ne var ki, o günler de geride kaldı. Alış verişe çıkmak artık büyük mesele. Artık hafızamızın bilinçli ve sistematik biçimde yok edildiğinin farkına varıp bir saldırı altında olduğumuzun ayrımına varmamız gerekiyor.

Baskıcı yönetimler ile toplumsal hafıza arasındaki ilişkiyi inceleyen sosyolog Paul Connerton’un bu konuda oldukça çarpıcı görüşleri var. Connerton, totaliter bir devlet yapısının ilk hedefinin toplumsal hafızayı yok etmek olduğunu söylüyor. Dahası, yurttaşların belleğini silme konusunda sistemli adımlar atıldığının altını çiziyor. Connerton’un, totaliter rejimlerin, yönetimleri altındaki insanları tutsaklaştırmaya onları hafızalarından koparmakla başladıklarını işaret eden sözleri şöyle:

“Baskıcı bir rejim, bir ülkeyi ulusal bilincinden yoksun bırakmak istediğinde, sistemli unutturma yöntemi kullanır. (…) Zamanın yazarları mahkûm edilir, tarihçileri görevden alınır ve susturulup işlerinden uzaklaştırılmış kimseler, göze görünmez duruma düşüp unutturulurlar. Totaliter rejimlerde ürkütücü olan, yalnızca insan onurunun çiğnenmesi değil, aynı zamanda bazen geçmişin dürüst tanıklığını yapacak kimsenin bırakılmamasıdır”[2]

Tanıdık geldi mi? Cevabınızı duyuyor gibiyim.

O halde içinde bulunduğumuz durumu net olarak tanımlayalım.  İnsanın hafızasına yapılan her saldırı, o insanı yok etmeye yönelik bir kimliksizleştirme, bir dehümanizasyon atağıdır. Bizler uzunca bir süredir böyle bir saldırı altındayız. Dahası önümüzdeki günlerde çok belli ki bu saldırı daha da şiddetlenecek.  Buna verebileceğimiz en güçlü cevap ise hafızamızı diri tutmak. Yaşadıklarımızı unutmayıp, kaydedip, aktararak, kim olduğumuzu kendimize ve birbirimize hatırlatma gayretine girişmemiz gerekiyor. Bu basit bir çaba değil. Bir savunma. İnsani bir refleksin çok ötesinde, içimizde bir direnç gelişmesini olanaklı kılan bir karşı atak. Güçlenmemiz, yeri geldiğinde birbirimize güç vermemiz gerekiyor. Hiçbir şey yapamıyorsak yorulanı dinlendirme, ona kendini hatırlatmak zorundayız. Zira insanlığın büyük evi ayaklar altında. Bizi evsiz bırakamayacaklar!


[1] Oliver Sacks, Karısını Şapka Zanneden Adam

[2] Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün