Akıllı telefonu ilk defa iki binli yılların başında, henüz ilk gençlik döneminde olan oğlumdan duydum. Güya bu telefon fotoğraf da çekiyormuş, müzik de dinleniyormuş, üstelik ekranındaki sembollere dokunarak istediğin işlemi yapabiliyormuşsun. Henüz telefonun sadece konuşmak ve kısa mesaj göndermek gibi ‘iki önemli işlevi’ yerine getirdiği bir zamanda bahsedilen özellikler hayal ürünü gibi görünüyordu. Bir vesile Amerika’ya giden bir dostumuza telefonu ısmarladık. Sıfırı fiyatına verdiğimiz para yetmeyince gelen ikinci el bir telefon oldu. Böylelikle ilk Apple ‘mucizesini’ görmüş olduk. Kesinlikle bir telefonun ötesinde adeta Alâeddin’in sihirli lambası gibi bir şeydi. Fakat bu lamba kısa süre içinde ışıltısını kaybetti, ‘değersiz’ geri bir teknolojiye dönüştü, çünkü daha parlak ve çekici yeni versiyonları piyasaya girmeye başladı. Bu ilişki biçimi işlevselliğinden değil, çekiciliği ve kişinin sanki kimliğinin kamusal takdim unsuru imiş gibi bir izlenim üzerinden sürekli kendini tekrarlayarak yolculuğunu çoğumuz için halen sürdürüyor.
O dönemden bugüne yaklaşık yirmi yıl geçti. Telefonda nereden nereye geldik. Sadece telefon değil, bağlantılı olarak birçok iletişim mecrası teşekkül etti. Facebook, Twitter, Tiktok vs. Teknoloji ve insan ilişkileri literatürde çok geniş bir bahistir. Her teknoloji şüphesiz insanların bir ihtiyacına ya da ihtiyaç haline gelen bir arayışına tekabül ederek toplum içinde yaygınlaşır. Ancak burada kritik olan ‘ihtiyaç’ ya da ‘ihtiyaç haline gelme’ durumudur. İnsanlar için haberleşme bir ihtiyaçtır, ‘kamusal olarak görünür hale gelme’ bir arzudur, kendi mahremiyetini ifşa insan psikesinin ve tarihsel olarak teşekkül eden kolektif bilincinin daha derin katmanlarında, kendini başka anlamlara sararak var olan bir niteliktir.
Teknolojiye ilişkin onun normu olmadığını, insanların onu iyilik ve kötülük istikametinde kullanabileceklerini, meselenin insanda düğümlendiğini söyleyen görüş artık etkisini yitiriyor. Biliyoruz ki her teknoloji beraberinde kendine ait bir insan ilişkileri dönüşümü ile birlikte geliyor. Cep telefonunuz varsa, artık siz de aynı sularda yüzen birisinizdir. Kıyıya çıkmanız düşünülemez, o suyun içinde akıntıyla giderken sadece iki kıyıdan birine daha yakın durmayı deneyebilirsiniz.
Yirmi yıla yakın bir süredir gitgide ‘aklını artıran’ bir cep telefonu kullanıcısıyım. Bu süre içinde insani ilişki ağlarımın merkezini hep daha fazla cep telefonunun oluşturmaya başladığını görüyorum. Ancak telefon merkezli bu ilişki ağı sadece bağları kolaylaştırmıyor, onu dönüştürüyor, olumlu ve olumsuz mahiyetini uçlara doğru taşıyor. Bu konuda sayılacaklar uzun bir liste oluşturur. Bir yazıda tüm bu konulara girmek imkânsız. Burada üzerinde duracağımız husus, kamusal ilişkilerde ve siyasetin mahiyetinde yeni teknolojilerin ve cep telefonlarının etkisine dair kimi dikkatlerdir.
Geleneksel siyaset, radyo televizyon yayınlarının haberciliği, siyasilerin bu habercilikte yer bulmak amacıyla sergiledikleri uğraş, meydan mitingleri, mektup, el ilanı, afiş gibi araçlar üzerinden yürürdü. Bu araçların mahiyetine baktığımızda, ‘kişisellikten’ uzak, mecrası ve dili bakımından kaçınılmaz olarak ortak sorunlar ve çözümler içeriğinde, genel ve yerel siyasal dilin toplamından teşekkül ettiğini söyleyebiliriz. Siyasal rakipler arasında bugün olduğu gibi ‘anlık iletişimin’ bulunmayışı, karşılıklı atışmayla derinleşen kısır bir diyalog yerine daha ortak sorunlar eksenli bir muhataplığa zemin hazırlardı. Bugünle mukayese üzerinden bir geçmiş güzellemesi çıkartmak doğru olmaz, geçmişte de kolektif temsili üstlenmiş kişilerin ‘şahısları’na yönelik eleştiriler, biraz da alıcısı olduğu, meydanları hareketlendirdiği düşüncesiyle kullanılırdı. Vurgulamak istediğimiz göreceli olarak siyasal dilin nereye doğru evrildiğine işaret etmektir.
Bugünkü siyasetin, sadece ülkemizde değil tüm dünyada akıllı telefonları merkeze alan bir iletişim ağının normları yönünde dönüştüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Bununla kastettiğimiz, hayatının büyük bölümü akıllı telefonla kurduğu bağ üzerinden yürüyen yeni türden seçmene ulaşmak, onun siyasal yargılarını değiştirmek, bunu yaparken bu mecralarda kullanışlı içerikler üretmek şeklinde bir siyasal performansın öne çıktığını vurgulamaktır.
Ortalama bir telefon kullanıcısı, konuşur, mesajlaşır, Instagram ve Facebook’a girer, YouTube’da vakit geçirir, Tiktok’a bakar. Esasen bu telefonlarla yapılan konuşmaların da artık ne tür bir anlam kaybıyla hayatımızda yer aldığı hususu değerlendirmeye açıktır. Mesajlaşmanın sayısız çeşidi vardır. İhtiyaca yönelik bilgi amaçlı mesajlaşma olabileceği gibi, insanlara kolaylıkla ulaşabilmenin getirdiği, gerçek ilişkiler değil hayali ilişkiler dünyasında ancak kendine yer bulabilen mesajlaşma biçimleri de mevcuttur. Diğer dijital mecraların mahiyet olarak kendilerine has bir davranış modelini zorladıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu model, kişiyi yakalamak ve baştan çıkartmak, ayartmak, ‘mahremiyeti ifşa’ üzerinden merak duygusuna seslenmek, kışkırtıcı olması için uçlarda bir formatta üretilmek gibi özelliklere sahiptir. Hepimiz, Instagram’da fotoğraf paylaşmanın arkasında “takdir edilme, onaylanma, senin yerinde olmak isterdim arzusu yaratma, gerçeğin değil düzenlenmiş gerçekliğin takdimi üzerinden dikkatleri üstüne çekme” türünden duygular olduğunu biliriz. Hemen hemen herkes paylaşacağı fotoğrafa dikkat eder, hayatın olağan akışı içindeki herhangi bir kareyi değil, özenle seçilmiş ve işlenmiş bir kareyi paylaşır. Çeşitli teknoloji efektleri bu arayışları karşılamak için zaten hizmete amadedir. Bu özellikleri dolayısıyla Instagram’ın siyasal işlevi, tıpkı fotoğraf seçiminde olduğu gibi ‘üretilmiş gerçeklik’ üzerinden yürür. Fotoğraf, aynı siyasal safta olanlar için özdeşleşme arzusu doğuran bir mükemmellik, karşı tarafta olanlar için ise yıldırıcı bir takdim denklemi içinde yerini alır. Facebook’taki yazı ve görüntü kompozisyonu yaşananın değil onu malzeme kılarak siyasal amaçlı üretilenin dolaşıma sokulmasıdır. Tiktok, yüklenen klipin kaçınılmaz kısa süresi dolayısıyla uçlara savrulmuş bir esinleme mesajının mecrasıdır. YouTube’da ise, dikkat edilirse siyasetin pozitif gündemine dair dile getirilecek anlatıların alıcısı olmaz, öfkeli, had bildiren, korku veren, meydan okuyan, eleştiriyi neredeyse hakaret düzeyine taşıyan bir içerikle çekilmiş videolar öne çıkar. Keza Twitter kullanıcıları da dillerini keskinleştirdikçe takipçi sayılarını artırır, tıpkı diğer mecralarda olduğu gibi burada da bu sarmal yarattığı derinlik sarhoşluğu ile uçlara yönelen bir tarzı egemen hale getirir. Dikkat edilirse tüm sosyal medya mecralarında içerik üretilirken odaklanılan, olup bitenin gerçekliği değildir, izleyicinin insan olarak en mahrem duygularıdır. Haber, görüntü, mesaj, takipçinin beklentisine seslenme tekniğinin sadece bir aracıdır.
Üstelik sosyal medya mecralarında siyaset için mesele sadece duyguların uçlardaki temsili değildir, aynı zamanda izleyicilere fazlasıyla akademik gelecek ve hemen ilgilerini kaybedecekleri kamusal konuların değil, özel hayatın, mahremiyetin ifşası üzerinden kamusal figürlerin “yargılandığı”, merak uyandırıcı bir tarzın öne çıkmasıdır. Böylelikle siyasal iletişimin alanı gitgide ortak çıkarlar, kamusal sorunlar, onlara ilişkin rasyonel siyasi mülahazalar ve bunların müzakeresi olmaktan çıkıp, siyasi temsile sahipmiş izlenimi verilen uç örneklerin sıra dışı mahremiyetleri üzerinden kamusal yargıların üretilmeye çalışıldığı tuhaf bir yere sürüklenmektedir.
Buna iyi bir örnek 1757’de Paris’te Damiens’in infazıdır. 15. Louis’e karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunan Damiens, kral katillerine uygulanan detayları Michel Foucault’un Hapishane’nin Doğuşu’nda bulunan bir infaz yöntemi ile öldürülmüştür. Burada kurbanın bedeni üzerinde eza ve cefa verici her işlemin ardından meydanı dolduran kalabalığın pornografik bir merakla kurbanın ne söylediğine, tepkisinin ne olduğuna yönelik bilgiyi adeta “aşkın bir açlık ile yuttuğu” hususu, vahşi seyirlik hali bize insana dair önemli bir hususu fısıldamaktadır. Görüntü ne kadar sıra dışı olur, ne kadar farklı ve hayatın olağan akışı dışında bir mahiyette takdim edilirse o ölçüde ilgi çekici ve kitlesel merakın tüketimine uygun hale gelmiş olur. Düşünelim; ortada bir kurban ve infazı seyretmek üzere oraya yığılmış sayısız insan. Sosyal medya çağında ise artık doğrudan mesajı sunan kişi kendini bir seyirlik unsur olarak merkeze almakta, izleyici sayısını çoğaltmak için insanın en karanlık duygularını harekete geçirici noktalara dokunan bir mühendislik çalışması ile iletişimini düzenlemektedir. Problemli olan budur. Yanlış anlaşılmasın, tüm sosyal medya mecralarını ve tüm kullanıcıları böyle bir kategoriye yerleştirmiyoruz. Fakat kitlesini bir tribün ruhu içinde oluşturup takipçisini bunun üzerinden artırmak isteyen, onlarla amigo hüviyetinde bağ kuran, dolayısıyla olağan iletişim kanallarından beklenmesi gereken kritik aklın eşliğinde yolculuğa mani olan, tahrip edici karaktere itiraz ediyoruz.
Tek tük de olsa akıllı telefonu olmayan akıllı insanlara rastlıyorum. Niçin kullanmadıklarının açıklaması yalın. Ayakları gerçek dünyada kafaları hayali ilişkiler mekânında yaşamak istemiyorlar. Her neredeyseler orada olmak ve insanlarla gerçek ilişkiler kurmak istiyorlar. Yirmi yıl öncesine dönsek ve bana denilse ki bundan sonra insanlık akıllı telefonla mı devam etsin yoksa hiç bu alana girilmesin mi, tercihim ikinci şıktan yana olur. Sanki bana kazandırdıklarından daha çok kaybettirdikleri var gibi geliyor. Sosyal medya mecralarının anlık dünyaları sabun köpüğü gibi kayboluyor, sonra aynı yanılsama defalarca yaşanıyor. Woody Allen, ‘Kahire’nin Mor Gülü’nde, saf kızı beyaz perdedeki jönle sinemada buluşturur; jön birden beyaz perdeden fırlar ve kızın yanına gelir. Akıllı telefonlar bize o saf kızın hülyalarını yaşatıyor. İşin doğrusu akıllı telefonlar, aklımızı başımızdan alıyor. Teknoloji korkusu her devirde oldu, insanoğlu sonrasında ilişkiyi daha makul bir çizgiye getirerek korkularını da rehabilite etti, bakalım bu defa aynı başarıyı gösterebilecek miyiz?